Yuvasız Motosiklet Günlüğü Önnotlar:
Bu yolculuk gerçekleştiğinde henüz Yuvasız Motosiklet Günlüğü’nün fikri/uygulaması ortaya çıkmamıştı. Yol boyunca çekilen az miktarda fotograf ve video Lyon’da çalınan cep telefonu ile kayboldu; sadece facebook ve instagram’da paylaşılan alttaki selfieler kaldı.
Rota: Yolculuğa ilk çıkışta bir problem ile karşılaştığımdan şu şekilde değişti: İstanbul-Kapıkule-Plovdiv (22 Ağustos)-Sofya-Belgrad(23 Ağustos)-Zagreb(24 Ağustos)-Ljubliana-Bologna(25-26 Ağustos)-Torino(27 Ağustos)-Lyon
Konaklama için Belgrad’da hostel – Torino’da Airbnb tercih ettim; diğer tarihlerde kaldığım yerler arkadaşlarımın evidir.
En ucuz benzin Bulgaristan, en pahalı benzini İtalya’da satın aldım.
Bu yol boyunca karşılaştığım en büyük tehlike: Sofya’da otomobillerin arasından çıkıp motosiklete doğru koşan köpek
Bazı ülkelerde otoyol kullanmak zaruri gibi; otoyoldan çok anayol gibi ve ücretlerine makul diyebiliriz. Örneğin Sırbistan’ı baştan başa geçmek 4 euro civarı motosiklet için; lakin örneğin bu yolculukta konu İtalya’nın kuzeyi olduğunda otoyol çok anlamsızdı.
Bu rotada yaptığım en önemli yanlış yanımda internet bağlantısı bulundurmamak oldu; örneğin Google Maps’ten “ücretli yolları gösterme” seçeneği ile İtalya’nın kuzeyinde otoyol kullanmayabilirdim. (Ljubliana-Lyon arası 150 euro’ya yakın otoyol masrafı söz konusu)
Rota ile ilgili ayrıntılı sorular için http://facebook.com/solucanfanzin sayfasına yazabilirsiniz.
Öğleden sonra dört gibiydi. Yeniden yağmur vardı ve benim üzerimde yağmurluk. Rami’den çıkmadan benzin aldım ve benzin aldığım yerden Paris’teki arkadaşımın ısmarladığı mavi tesbihi bileğime taktım. Gazı çevirdim. Yağdıkça yağdı. İlk çıkışımda üçüncü köprüden geçtiğimden daha fazla yağdı. Edirne’ye doğru sürdükçe sol ve sağ yanımda ve haliyle arkamda kara bulutlar. Önümdeyse aydınlık masmavi bir gökyüzü… Sınıra gelmeden hemen önce “bir Edirne, selametle” diyecek arkadaş için arama ve akabinde sınır. İstanbul’da yaşanmış 17 yıl.
Gözümü kırpmadan ilerledim. Lanet olsun, motorun yurtdışı çıkış sigortasını yapan arkadaş, kağıdın üzerine çıktı almayı unutmuş. Sınırdan yağmurluklarım ve tüm hayatımı koyduğum motorumu gören görevlinin “Ben insanlık yapıyorum” cümlesiyle geçtim ve doğrudan sürdüm, yeniden yaşayacağım topraklara doğru.
Nerede yaşayacağıma karar vermeden çıkmıştım yola, Fransa/Lyon’a uğrayacaktım üniversiteye dair bürokratik bir sebepten. İlk akşam İstanbul’da 2014’te düzenlediğimiz uluslararası fanzin festivalinde tanıştığım, Bulgaristan’ın Plovdiv şehrinde yaşayan bir arkadaşta kalmaya karar verdim. Yeni taşındıkları oldukça güzel bir evde, biraz sohbet ettikten sonra Plovdiv’i gece de olsa görmeye karar verip, oldukça bilinen yıllanmış bir rock barda soluğu aldık.
İlerleyen saatlerde masalar birleştirilecek ve uzun yıllardır Lyon’da yaşayan Bulgaristan kökenli üç kişiyle tanışacaktım. Çok güzel bir ilk gece atıştırmasının akabinde muhteşem bir uyku çektim. Ertesi gün yeşil kart ta denilen yurt dışı çıkış sigortasını bastırıp, teşekkür edip, yola devam ettim. Hoş bir daha hiçbir sınırda bu kağıt sorulmayacaktı. Öğleden sonra Sofya merkeze varmıştım. Birkaç turistik turdan sonra adı geçen festivalde tanıştığımız diğer arkadaşla buluşup, kahve eşliğinde bir şeyler atıştırdık. Rutin hayat kendisini biraz esir almış gibi duruyordu, bilemem. İyice akşam olmadan Belgrad’a geçmeye karar verdim.
Bu şehre 2016 Aralık ayında gelmiş ve çok sevmiştim. Oldukça süratli (150km/h) ile akan trafikle beraber gece yarısı kendimi Belgrad girişinde buldum. Saat biraz geç olduğundan olası görüşebileceğim arkadaşları aramadan doğrudan hostel arayışına girdim, bir restoranının internetini kullanarak ve biraz dolaştıktan sonra, oldukça merkezi bir yerdeki hostelin önüne park ettim yanıma pek bir şey almadan hostele kayıt yaptırıp, duş alıp, dolaşmaya çıktım.
Yarım saat kadar turladıktan bir otobüs durağında oturup portakallı bisküvi, kek benzeri bir şeyler atıştırırken, sabah erken Zagreb’e yol almaya karar verip, hostele gidip uyudum. Belgrad, Zagreb arasında kayaların arasından ve köylerin içinden geçen yollar var. Birkaç defa sadece durup düşünmek için mola verdim. Çok az fotograf çektim. Hoş çoğu çektiğim fotoğraf ta daha sonra çalınan cep telefonuyla gidecekti. Doğrusu, bu yolculuk kendimeydi. Yalnızlıktı.
[Verilen sipariş notunda “açıklamalı olsun” yazdığından dolayı: O yüzden “kuru kuru” olayları sıralıyorum.].
Akşamüstü varmayı planladığım Zagreb’e; dağlardan aşağı süzülünce ve motoru açmak istediğimden dolayı aşağı yukarı 165 km/h ortalamayla öğle vakitlerinde vardım ve kalacağım arkadaşla buluştum. Birkaç saat kahve içip sohbet ettikten sonra, neredeyse en sevdiğim ağırlama tarzı olan “Ben çalışacağım, sen de istediğin gibi takıl” cümlesini aldım ve yan çantaları çıkarıp Zagreb merkeze doğru sürdüm.
Bu kadar beğeneceğimi tahmin etmiyordum. Burada hikaye olmasa da birkaç yan karakter gözlemdim. Fırından bir şeyler atıştırıp. Kaldığım eve dönüp, uyudum. Uyumadan önce şarj almayan mp3 çaları tamir etmek için kablosunu açtım ve sonuçta kabloyu çöpe attım. Şarj cihazı satan bir yer bulamadığımdan yol boyunca kendi kendime şarkı söylemeye ve dinlemeye devam ettim. Sabah erkenden yola çıktım, Cuma kahvaltısını Ljubljana’da yapacaktım, Slovenya’da. Burada daha önce 2011 yılında kalmış ve hayran olmuştum. 6 yıl sonra yeniden ve yeniden çok beğendim.
Nedenlerini yazıp bir turist yorumuna çevirmek istemeden, mükellef denilebilecek kahvaltımı yaptıktan sonra İtalya’ya doğru yol aldım. İtalya’da arkadaşım kalabilecek bir öğrenci evi ayarladı ve yolda çeşitli yemek molalarıyla Bologna’ya ulaştım. Doğrusu bu yolda otoban ve sıcak biraz bunaltmasına rağmen; Avrupa’nın geneline göre göre daha agresif araç kullanan İtalya’da yaşayanlar yola biraz heyecan kattılar. Bahsettiğim agresifliği İstanbul ile karşılaştırma zemini bile bulamayız, çok naif kalır yanında. Bologna ve İtalya’yı o kadar beğendim ki 2 gece kaldım.
Bir ülkede ne ararsan neredeyse en iyisinin olması oldukça garip… Yemekse yemek şarapsa şarap mimariyse mimari kadınsa kadın erkekse erkek eşcinselse eşcinsel doğaysa doğa… Bunun dışında motosiklet için bir cennet neredeyse her yerde motosiklet park yeri var. İlk akşam kaldığımız arkadaşlarla oldukça güzel içtik. İkinci günü ise şehri dolaşarak geçirdim. Şehrin kurulumu oldukça planlı olmasına rağmen sıkıcı değil; özellikle trafik akışı oldukça keyifli. Ertesi gün erkenden Torino’ya doğru yola çıktım. Rivoli’yi de görmek istiyordum. Aklımda yankılanan “Chris Stopped at Eboli” filminin “Rivoli” versiyonuydu; lakin Torino’da Juventus’un stadı Delle Alpi’nin yakının oldukça uygun bir Airbnb buldum. İran göçmeni bir çift iki odalarını kiralıyorlardı ve ertesi gün Alpleri geçeceğimi düşündüğümden ana yola yakın olması sebebiyle tercih ettim. Eşyalarımı bıraktığım gibi motora atlayıp Torino’nun tamamını gören tepedeki bir kilise tırmandım. Yolda da bir motostopçu aldım.
Muhteşem bir manzaraydı, çat pat İngilizceleriyle diyalog kuran yaşlı İtalyanlar oldukça sempatikti. Hemen aşağıdaki bir restoranda dört peynirli bir pizza gömdüm ve Torino merkezine yol adlım. Hedef Nietzsche’nin ata sarılıp ağladığı rivayet edilen Via Carlo Alberto bulup motora sarılıp ağlamak.
[Verilen sipariş notunda “açıklamalı olsun” yazdığından dolayı: Marx’a göre ilkel için at neyse, modern insan için motor odur. Her ne kadar doğrudan motosikleti kastetmiyor olsa da Marx, içeriyor.].
Yaptım da. Dayanamayıp bir pizzayı da motorun arka çantasına atıp kaldığım yere götürdüm. Sabah atıştırıp yola çıkarım diye…. Güzel bir tesadüf te beni bekliyordu, 96 model Honda Transalp motor kullanan Yunanistan’dan Almanya’ya doğru yol yapan başka bir motorcu arkadaş ta aynı evi tercih etmişti. Biraz muhabbet ettiksen sonra uyudum. Ertesi gün Alpleri geçeceğimi düşünüyordum ya meğer tünel varmış, akşam yerine öğleden sonra kendimi Lyon’da buldum