Cengiz Yılmaz
Gölgesini gördüğü son akşamı bazı şeylerin karışabileceğini bazı şeylerinse hiçbir temas olmaksızın öylece kaldıklarını düşündüğü akşam olarak hatırlıyordu. Gölgesinden önce yansımasını kaybettiğinde yalnızca anlamlandırma çabasından dolayı yaşadığı olayı çevresine nasıl anlatacağını kurguluyordu.
Vapur henüz hareket etmemişti. Alt kısımda, boğazı rahatça izleyebileceği bir pencere kenarına ilişmişti. Boğazın güzelliğinden çok; geçmişine dair düşünüyordu. Zihne bir düşüncenin nasıl gelip yerleştiğini ancak onu söküp atmak istediğinizde fark edilir ya ve bu aniden gelen istek onu boğaz manzarasından vapura binenlerle ilgilenmeye yöneltti. Nefesi bir anda çatallandı, kaçtığı boğaz manzarasına geri dönmek istediğinde bu çatal tüm vücudundaki hücrelere yayıldı. Boyu biraz uzamış mıydı? Yürüyüşü sanki üzerine oturmuş gibiydi. Üfleyince yıkılacak gibi olan duruşu yerini dimdik ayakta, darbelerle yıkılmayacak bir duruşa bırakmıştı. Gözleri, onlar hiç değişmemişti! Yutkunmaya çalıştı yutkunamadı.
-Konuşacak mıyım? Ne diyeceğim? Kalkıp gitsem! Kesin selam verecek! Bu kadar yıldan sonra bir “Merhaba!” neden bu kadar zor?
Göz göze gelmişlerdi. Ne kadar umursamaz olsa da, bir eli vapurun deri görünümlü koltuğuna yapışmıştı. Yaklaştı, yaklaştı. Ve gözünün içine baka baka geçip gitti. Vapurun arka tarafına açılan kapıdan çıktı. Bunu unutmamıştı, o hep vapurun arka tarafında yerde oturarak gidiyordu. Özellikle de akşam vapurlarında.
Vapur hareket ettiğinde, dudaklarında bir tek soru vardı, başı hafif öne eğilmişti:
-Neden? Tanımamış olamaz… Bu kadar yıl! Her ne olursa olsun, gözünün içine bakıp bir tek söz söylememek için ben ona ne yaptım? Yıllarca verilen karşılıklı emek!
Sokak lambaları sokağı aydınlatmaya yetmese bile en azından kendilerini ve kedileri aydınlatıyordu. Sokağı yampiri koşarak geçen kendinin ardından yürümekte zorlanan bir çift oldukça sarhoş yol kat etmeye çalışmaktaydılar. Yan sokakta elinin içindeki kâğıt para ile paketi takas eden iki herif oldukça karanlıkta kalmaktaydılar. Kalabalık ve trafiğin gece geç saatlerde oldukça hızlı aktığı caddeyi arkalarında bırakmışlardı. Bu muhitte yere fırlatılmış esrar ve hap paketleri görmek mümkündü. Sola döndüklerinde sanki İstanbul boğazının bir göl gibi gözüktüğü açı gibi sokak sona eriyordu, lakin bir sağa dönüş ve işte evlerin merdivenlerinden çıkıyorlardı. Bir an duraksadılar, göz göze geldiler.
-Nereden çıktı bu yavşak sırıtış?
Üç katlı cumbalı evin salonundaki duman dudak kenarındaki kasları gevşettiğinde, bu yavşak sırıtışı unutmasına rağmen, vapurda içine oturan acı peşini bırakmıyordu. Yanında sarmaş dolaş eve geldiği insan hiçbir şey umurunda değilmiş gibi uflayıp puflayan koltuğa fırlatılmış bir kıyafet gibi uzanıyordu. Yine de elinde sihirli değneği olan bir orkestra şefi gibi akşamı devam ettirmeye çalışıyordu, yolcu almak için ara ara duraksayan minibüs gibi yılları düşündükçe duraksıyordu.
Sabah uyandığında dağılmış yatak, dolu bir kül tablası, ter kokularının karıştığı bir ten.
Evet, onu vapurda gördüğünden beri dört mevsim geçmişti. O kadar canını yakmıştı ki bir tek sözcüksüzlük! Kâğıdı aradı, kırılmış tabiri caizse parçalanmış sigaralardan bir miktar tütün çıkardı kâğıdın içine koydu. Sehpanın üzerindeki torbaya baktığında yalnızca tohumların kaldığını gördü. Dışarı çıkmak için sabırsızlanmasına rağmen, mobil aygıtından dün gece sanal âlemde ne saçmaladığını görmek istedi.
Evden hiç çıkamayan, dışarısının cehennem olduğunu düşündüğünde çıkmak da istemeyen, evde çoğalan bir güruh; kitaplar, müzik, az alkol dışında da çağın nimeti olarak anılan sanal âlemle de içli dışlıydılar. Bu ilgi, ifade imkânları dışında, öyle ya da böyle kendini ifade eden “sıradan ve sahici” sanal âlem yazarlarına gelince daha fazlaydı.
Bir fotoğrafta yan apartmanın süslemelerini, bir sokağın görüntüsünü, alelade yazılmış birkaç cümleyi, söylemleri, ifadeleri hatta daha ileri gidilirse bir fatura numarasını içeren bir fotoğrafı –ki o fotoğraftan kimlik numarasına kadar bulunabilir- kendini farkında olmadan, kendi hikâyesini farkında olmadan iki anlamda da yazanlara rastlamak mümkündü sanal âlemde. Bunlar, biraz dışarı çıkamamaktan, biraz “sıradan ve sahici” insanlarla ilgilenmekten, biraz da “dikkat”ten dolayı görülebiliyordu, analize tabi tutulduğundaysa mistik sayılabilecek bazı müstesna bilgilerde çıkabiliyordu –ki bu bilgilerin çıktığı kaynağı ifade eden tarafından endişe verici addedilebiliyordu-. Yani neredeyse kurumlara kendilerini, kendi hikâyelerini alelade fişlettiriyordu.
Aile de bir kurum olarak karşı çıkılması gereken olarak hayatında yer alıyordu. Lakin nedense toplumsal meşruiyet bu kurumla cepheden, yalansız savaşmayı mümkün kılmıyordu. Karşı çıkmanın, yalansız, cepheden mücadele için duygularla yüzleşmek mi gerekiyordu? “Anlayamazsın” derken açıkça gösteriyordu. Elinde tuttuğu şişe de anasının onun için asma yaprağından sıkıp çıkardığı su vardı. Bu şişeyi elinde tutan bileğine takılı kolyenin içinde ise “Oysaki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım” yazıyordu.
Vapur henüz hareket etmemişti. Alt kısımda, boğazı rahatça izleyebileceği bir pencere kenarına ilişmişti. Boğazın güzelliğinden çok; geçmişine dair düşünüyordu. Zihne bir düşüncenin nasıl gelip yerleştiğini ancak onu söküp atmak istediğinizde fark edilir ya ve bu aniden gelen istek onu boğaz manzarasından vapura binenlerle ilgilenmeye yöneltti. Nefesi bir anda çatallandı, kaçtığı boğaz manzarasına geri dönmek istediğinde bu çatal tüm vücudundaki hücrelere yayıldı. Boyu biraz uzamış mıydı? Yürüyüşü sanki üzerine oturmuş gibiydi. Üfleyince yıkılacak gibi olan duruşu yerini dimdik ayakta, darbelerle yıkılmayacak bir duruşa bırakmıştı. Gözleri, onlar hiç değişmemişti! Yutkunmaya çalıştı yutkunamadı.
-Konuşacak mıyım? Ne diyeceğim? Kalkıp gitsem! Kesin selam verecek! Bu kadar yıldan sonra bir “Merhaba!” neden bu kadar zor?
Göz göze gelmişlerdi. Ne kadar umursamaz olsa da, bir eli vapurun deri görünümlü koltuğuna yapışmıştı. Yaklaştı, yaklaştı. Ve gözünün içine baka baka geçip gitti. Vapurun arka tarafına açılan kapıdan çıktı. Bunu unutmamıştı, o hep vapurun arka tarafında yerde oturarak gidiyordu. Özellikle de akşam vapurlarında.
Vapur hareket ettiğinde, dudaklarında bir tek soru vardı, başı hafif öne eğilmişti:
-Neden? Tanımamış olamaz… Bu kadar yıl! Her ne olursa olsun, gözünün içine bakıp bir tek söz söylememek için ben ona ne yaptım? Yıllarca verilen karşılıklı emek!
Sokak lambaları sokağı aydınlatmaya yetmese bile en azından kendilerini ve kedileri aydınlatıyordu. Sokağı yampiri koşarak geçen kendinin ardından yürümekte zorlanan bir çift oldukça sarhoş yol kat etmeye çalışmaktaydılar. Yan sokakta elinin içindeki kâğıt para ile paketi takas eden iki herif oldukça karanlıkta kalmaktaydılar. Kalabalık ve trafiğin gece geç saatlerde oldukça hızlı aktığı caddeyi arkalarında bırakmışlardı. Bu muhitte yere fırlatılmış esrar ve hap paketleri görmek mümkündü. Sola döndüklerinde sanki İstanbul boğazının bir göl gibi gözüktüğü açı gibi sokak sona eriyordu, lakin bir sağa dönüş ve işte evlerin merdivenlerinden çıkıyorlardı. Bir an duraksadılar, göz göze geldiler.
-Nereden çıktı bu yavşak sırıtış?
Üç katlı cumbalı evin salonundaki duman dudak kenarındaki kasları gevşettiğinde, bu yavşak sırıtışı unutmasına rağmen, vapurda içine oturan acı peşini bırakmıyordu. Yanında sarmaş dolaş eve geldiği insan hiçbir şey umurunda değilmiş gibi uflayıp puflayan koltuğa fırlatılmış bir kıyafet gibi uzanıyordu. Yine de elinde sihirli değneği olan bir orkestra şefi gibi akşamı devam ettirmeye çalışıyordu, yolcu almak için ara ara duraksayan minibüs gibi yılları düşündükçe duraksıyordu.
Sabah uyandığında dağılmış yatak, dolu bir kül tablası, ter kokularının karıştığı bir ten.
Evet, onu vapurda gördüğünden beri dört mevsim geçmişti. O kadar canını yakmıştı ki bir tek sözcüksüzlük! Kâğıdı aradı, kırılmış tabiri caizse parçalanmış sigaralardan bir miktar tütün çıkardı kâğıdın içine koydu. Sehpanın üzerindeki torbaya baktığında yalnızca tohumların kaldığını gördü. Dışarı çıkmak için sabırsızlanmasına rağmen, mobil aygıtından dün gece sanal âlemde ne saçmaladığını görmek istedi.
Evden hiç çıkamayan, dışarısının cehennem olduğunu düşündüğünde çıkmak da istemeyen, evde çoğalan bir güruh; kitaplar, müzik, az alkol dışında da çağın nimeti olarak anılan sanal âlemle de içli dışlıydılar. Bu ilgi, ifade imkânları dışında, öyle ya da böyle kendini ifade eden “sıradan ve sahici” sanal âlem yazarlarına gelince daha fazlaydı.
Bir fotoğrafta yan apartmanın süslemelerini, bir sokağın görüntüsünü, alelade yazılmış birkaç cümleyi, söylemleri, ifadeleri hatta daha ileri gidilirse bir fatura numarasını içeren bir fotoğrafı –ki o fotoğraftan kimlik numarasına kadar bulunabilir- kendini farkında olmadan, kendi hikâyesini farkında olmadan iki anlamda da yazanlara rastlamak mümkündü sanal âlemde. Bunlar, biraz dışarı çıkamamaktan, biraz “sıradan ve sahici” insanlarla ilgilenmekten, biraz da “dikkat”ten dolayı görülebiliyordu, analize tabi tutulduğundaysa mistik sayılabilecek bazı müstesna bilgilerde çıkabiliyordu –ki bu bilgilerin çıktığı kaynağı ifade eden tarafından endişe verici addedilebiliyordu-. Yani neredeyse kurumlara kendilerini, kendi hikâyelerini alelade fişlettiriyordu.
Aile de bir kurum olarak karşı çıkılması gereken olarak hayatında yer alıyordu. Lakin nedense toplumsal meşruiyet bu kurumla cepheden, yalansız savaşmayı mümkün kılmıyordu. Karşı çıkmanın, yalansız, cepheden mücadele için duygularla yüzleşmek mi gerekiyordu? “Anlayamazsın” derken açıkça gösteriyordu. Elinde tuttuğu şişe de anasının onun için asma yaprağından sıkıp çıkardığı su vardı. Bu şişeyi elinde tutan bileğine takılı kolyenin içinde ise “Oysaki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım” yazıyordu.
Evden çıkıp, bir sokağın sonu gibi gözüken iki apartmanın kesiştiği köşeye geldiğinde bileğinde kolyeyle apartmanın duvarına spreyle “Kafamızdaki gürültü, yüreğimizdeki sessizliktir” yazanları gördü, elindeki parayı demirli pencereden uzattı ve zımbalı kağıt paketi alıp eve dönmek üzereyken. Spreyi sokağa girmiş arabaya doğru fırlatan, demirli pencereden paketi alana bağırdı “At!”. Sprey, ekip otosunun önüne doğru yuvarlanmaya başladı. Ekip otosu, frene bastı. Elindeki paketi fırlatan, caddeye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir fareyi kapana kıstırmış gibi karşıdan gelen iki herifin arkasından az önce spreyi fırlatan, hiçbir şey olmamış gibi şemsiyesini yere tıklatarak elindeki telefonla yüksek sesle konuşarak heriflerin yanından geçip, paketi fırlatana:
-Ne kadar karışık buraları, bir türlü bulamadım. Seni de çıkartmış oldum provandan. Pardon, yönetmeni aradım tarif etmesi için de… Tamam, şimdi buluştum, kostümleri de ayarladım.
İki herifi ve sokağın köşesine gelen ekip otosunu orda bırakarak işlek caddeye doğru yürümeye başladılar.
-Kimsin?
-Yalnızca miyop ve astigmatım!
Biri daha vardı biri…
-Ne kadar karışık buraları, bir türlü bulamadım. Seni de çıkartmış oldum provandan. Pardon, yönetmeni aradım tarif etmesi için de… Tamam, şimdi buluştum, kostümleri de ayarladım.
İki herifi ve sokağın köşesine gelen ekip otosunu orda bırakarak işlek caddeye doğru yürümeye başladılar.
-Kimsin?
-Yalnızca miyop ve astigmatım!
Biri daha vardı biri…