Aurélie Stern – Çeviri: Aşkın Yücel
3 Aralık’ta İsviçre, topraklarına minarelerin yapılmasını yasakladı, bu sorun tüm dünya medyadasında polemik yarattı.
Aslında, İsviçre doğrudan demokrasidir *, halk pratiğe ya da yasaya dair projeleri kendisi oylar, mesela otobanların yapımı gibi… Teorik olarak, eğer yüz bin imza toplamayı başarabilirse herkes bir oylama konusu önerebilir (toplam 7 milyon nüfus içinden). Tabii ki, proje halka sunulmadan önce parlemento tarafından yeniden elden geçirilir.
Minarelerin hikayesi İsviçre’de Almanca konuşulan bir şehirde, Wangen bei Olten , Soleure Kantonu’nda (İsviçre’de kantonlar, Fransa’daki ilçe ile bucak arasında bir yönetim bölgesine tekabül eder) başladı. Bir müslüman Türk cemaat, cami hizmeti gören bir çiflik binasının çatısına ufak bir minare yapma izni elde etti. Doğrudan, aşırı sağcı « UDC » tarafından bir araya getirilen nüfusun bir kısmı oradaki siyasi otoriteye şikayet etti .
Bu popülist ve yabancı düşmanı parti, kendini merkez muhafazakar olarak sunan, uzun yıllardır İsviçre politik arenasında aşırı agresif bir tarza davranan bir partidir. Kırsal kesimde yaşayan ve hiç bir zaman yabancı görmemiş, istila edilmekten çekinen insanların korkularıyla oynayan… Bu büyük ölçüde Alman Nasyonal Sosyalizmin’den etkilenen, ama sonuç olarak evrensel olan her zaman ki aynı mantıktır : tüm hoşnutsuzluğunun sebebi olacak bir iç düşman tarafından tehdit edildiğine nüfusun en çabuk kanan kısmını inandırmak.
Bu parti sonuç itibariyle İsviçre’deki İslamlaşma tehdidinden, zafer renklerinden ve açıkça ırkçı basit afişler yaparak bahsediyor. Christoph Blocher bu partinin lideri, kendisi milyarder, onun için son derece etkili bir propaganda yapmak zor değil, gerekli araçlara sahip.
Ve sonuç olarak, ülkede minare yapımına karşı bir referandum toplamak için gereken yüz bin imzayı rahatça topladı. Bu yalnızca gürültü sebebiyle insanları rahatsız edebilecek olan ezana karşı değil, düpedüz minarelerin yapımına karşıydı. Hükümet İsviçre’nin müslüman ülkeler sayesinde her yıl milyarlarca euro kazandığını ve onları kızdırmanın ekonomik düzeyde zararlı olacağını söylerek buna karşı çıktı . Çünkü, tabii ki, İsviçre’de zengin olan yabancılar çok iyi karşılanır, paralarını bankalara az vergi ödeyerek yatırabilirler ve bu problem olmaz. Ayrıca, zenginleştikçe daha az vergi öderler, bu ne kadar mantıklı değil mi ? Paradan bahsedildiğinde, milliyetçiler ortadan kaybolur. Buna karşın, savaş kurbanı fakir mültecileri karşılamaktan bahsedince, bu bambaşka olur. Bu durumda mültecileri kendi evlerine yollama konusunda İsviçre çoğunlukla İnsan Hakları Beyannamesi’ne saygı göstermez ( yurt dışına onları götürecek uçağa bindirmek için itip kakar). Bu paradoksaldır ; çünkü İsviçre , dünyanın insan hakları başkenti olduğunu sıklıkla ileri sürer.
Özetle, hükümet minarelerin yasaklanmasına karşıdır, ancak bunun gibi bir durumda, hükümet halk oylamasını engelleme erkine sahip değildir. Sonuç olarak nüfus oylamak zorundadır ve çoğunlukla minarelere karşı oy kullanır. Neden ? Söylemesi güç, çünkü ben İstanbul’da yaşadığımdan, İsviçre kamuoyunun tartışmalarının ortasında değildim. Ama anladığım, UDC’nin kampanyası iyi işlemiş ve yalnızca ırkçı olan insanlar değil nüfusun çoğunluğu kendi topraklarında farklı din sembollerini görmek istememiştir. Laiklik adına veya müslüman ülkelerde hristiyan kiliselerin hiç de kolaylıkla inşa edilemediği argümanıyla. Herşeyin özeti, herkes kendi ibadetini evinde eder.
Benim düşündüğümse, bunun tamamen tahammülsüzlük olduğu. Başkasını yalnız görünür olmadığı zaman, saklandığında, assimile olduğunda kabul edebilmek. Bu her zaman, bu tarz da ve ya bir başka tarzda, nüfusu en iyi şekilde köleleştiren korkudan, çelişkiden, bölünmeden dolayı iktidar yararınadır. Aşırı sağcı partiler bununla oynuyor, ama yalnız onlar değil. Kendilerini takip edecek koyunları sonunda bir araya getirecek bir düşman arayan tüm insanlar.
Çünkü farklılığa karşı olmazsa nasıl uysal ve emirlere amade bir yığını bir arada tutabilirler ki? Bush bunu 11 Eylül’den sonra “Şer Ekseni” derken iyi anlamıştı. Şimdi soğuk savaş bittiğinde, yeni bir karşı kutup gerekti, tüm iktidarları hoşnut kılacak… Sonuçta bugün komünizm ile kapitalizm arasında bir çatışma yok, neden yeniden küçük bir dinsel gerilim yaratılmasın ki?
Komik olan İsviçre’de nüfusun çoğunluğu açıkça inançlı olmaması, yani ötekinin inancı bir tehdit olarak algılanmaması gerektiği. Ama insanlar koyun, onlara korkun denince korkuyorlar. Ne mutlu ki, herkes değil, UDC’nin afişlerinin bir çok karikatürü yapıldı, afişlere karşı protestolar gerçekleşti, güçlü tepkiler verildi, ve hepsi aynı iç açıcılıkta.
3 Aralık sebebiyle bir İsviçreli olmaktan utanmıyorum; benim için milliyete mensup olmak sorusu önemsiz, tesadüfi ve ya belki de kaza eseri gerçeleşen bir durum. Sonuç olarak minarelere karşı oy kullanan insanlarla hiç bir bağ hissetmiyorum. Benim bir yurttaşlık sorumluluğumun olduğu bana hiç bir zaman imzalamadığım toplum sözleşmesi tarafından söylense bile… Pasaportum yalnızca bir kağıt parçası. Ama eğer İsviçreli olduğumu hissediyorsam ve İsviçre’de üretilende sorumlu olsam, utanırdım. Tüm bunlara rağmen, İstanbullu arkadaşlarımla televizyonda oylama sonuçlarını izlemek bende meseleye farklı bir ilgi uyandırdı. Metni yazmama yol açan sebep budur.
*Çevirmen Notu: Yazıyı kaleme alan arkadaşın “Doğrudan Demokrasi” dediğinden , sanırım “Plesibit Demokrasi”yi anlamak gerekiyor.