Metin Yılmaz
Kadıköy’ün rıhtımı hep mi pis kokar? Evet, hep pis kokar. Kokar da kime, benim gibi rıhtımın bakımsız deniz kenarına bir kez bile inmemiş olanlara. Benim gibiler o rıhtım boyunu ya tren garına gitmek vrya oradan gelmek, ya da dolmuşlara binmek için kullanır. Uzak durmayı tercih ettiğimiz için de hep pis kokar.
Peki tüm o pisliğe, lağıma ve kahverengi kire neden kayıklar bağlanmıştır? Neden küçük resmi tekneler iskele olarak orayı seçerler? Bazı insanların da kulübeleri vardır orada, uzaktan bakınca çöplük gibi gözükür de yaklaşınca yaşlı bir adamın içinde yaşadığını fark edersiniz. Belki de o yaşlı adam oradaki kayıklardan birinin sahibidir. Belki de oradaki kayıklara bakan -arada bir içindeki suyu boşaltan mesela- bakım karşılıüğında da resmi olmayan küçük aidatlar toplayan birisidir.
Martıların ise zannımca hiç umrunda değildir bu pislik. Onlar balıkla ilgilidirler.
İster çamur içinde ister lağım, ister akpak sular. Balık bile şart değildir onlar için. Ekmek de olur simit de, insanlar şehirde yaşayan pek çok canlı gibi martıları da kendi kurallarına çoktan uydurmuşlardır. Biyologlar için şehir canlılarının besin zincirini yeniden düzenleme zamanı çoktan gelmiştir.
Peki o gün, ben yine gardan Kadıköy’e giderken, onca martının bağrışması nedendi? Yüzlercesi -abartıyorum- ufacık bir yere toplanmış, sığmadıkları için de sürekli bir dönüşüm içinde neden yakarıyorlardı? Hayatımda ilk defa rıhtımın sahiline indim. Denizi gerçekten de hep tahmin ettiğim gibiymiş. Ama martıları inanın bana daha önce hiç bu kadar deli görmemiştim.
Mesele, beton bir iskeleye bırakılan bir poşet balıkmış. Onca hercümerç bir poşet balık içinmiş. Herhangi bir balıkçıdan beş liraya alabilirsiniz ama bu martılar anlamaz ki ekonomiden. Onlar aracısız yerler balıklarını, en azından bir zamana kadar genel olarak bu böyleydi; artık insanlara muhtaç gibi bir halleri var. Netekim o bir poşet balığı da o beton iskeleye bir insan koymuş olsa gerek.
Peki bu yazılanların anlatılası tarafı neresi? Şurası ki; merakla iyicene yaklaştığımda, öbür iskeleden üç çocuk taş atmaya başladı martılara. O kadar çok taş vardı ki ayaklarının dibinde, hiç bir martıyı sağ bırakmayabilirlerdi. Yüzlerinde de öylesine gereksiz bir kin vardı ki… Çocukça seviniyorlardı demek garip kaçabilir ama öylesine bir sevinç oturuyordu yüzlerine attıkları bir taş martıya vurduğu zaman. Vuramamaları imkansızdı, gene de genelde kaçırıyorlardı. Taşın biri martının boynuna çarptı, tok bir ses çıkardı. Martı uçmaya tenezzül etmedi ama bana canı pek yanmış gibi geldi. Artık bu savaşta tarafsız duramazdım.
Bu muharebenin martılar cephesinde yer almak zorunda kaldım. Bunu sadece insaniyet adına yapmadım. İstesem de çocukların tarafına geçemezdim. Martıların iskelesinden çocukların iskelesine geçiş tellerle kapatılmıştı. Çocukların bulunduğu bölge aslında yasak bölgeydi. Hani şu kapısında iki tabela olanlardan, ilki ‘girmek yasaktır’, ikincisi ‘dikkat köpek!’. Ne işleri vardı o zaman bu çocukların orada. Ama öyle çocuklardı ki onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün hukuk sisteminden bi’haberdiler. Cahillikleri yüzünden de her türlü kanun dışı işi gerçekleştirebilirlerdi. Mesela onları ikna etseniz, çok rahatça ve mutlulukla bir bankaya molotof kokteyli atabilirlerdi. Politikaya ihtiyaçları yoktu onların vahşice eğlenmeleri için. Pis çocuklardı işte ve martıların hepsini öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Bütün gün sadece canları sıkılmıştı. Zaten bu yaştaki çocukların en büyük sorunu can sıkıntısı olsas gerek. Elde değil, insan neden sosyal bir devletimiz yok diye düşünüyor, belki çeşitli sosyal tesisler olsa martılar taş yemek zorunda kalmazlardı. Ama şu anda bu düşünceler anlamsız, aslında pek çok zaman düşünceler anlamsız.
‘Taş atmayın!’ diye bağırdım ama ilk cevapları bana taş atmak oldu. Aralarından sarı saçlıydı -uzak olduğu için seçemiyordum ama böyle sarı saçlı çocuklar hep çilli olur- bana taş atan. Tereddüt ile atmıştı zaten ve taş yavaş yavaş üstüme gelirken benden çok o korkmuştu. Onun korkusu ise bana cesaret oldu ve çekilmedim taşın menzilinden. Zaten yanıma düştü. Ama bir insanın yanına düşen taş onları ürkütmeye yetti. Demek ki bu çocuklar Ceza Kanunu’ndan değil ama insandan korkuyorlardı. Martılar da bağırıyorlardı ama benim ‘Gelmeyim lan oraya’’ (oraya geçiş yok) diye bağırmam kaçmalarına yetti.
Gerçekten Kadıköy rıhtımından daha pis çocuklardı.