Cengiz Yılmaz – cengiz@solucanfanz.in
“Bugün, bize söylenen, aktarılan tüm insanlar bencil olduğu ve hep daha fazlasını istediğidir. Hatta daha da ileri gidilerek bunların insan doğasının ezeli ve ebedi nitelikleri olduğudur. Oysa bu yalnızca belirli bir dönemin insan tanımına uygun düşer. Gelecekte ki ya da geçmişte ki insan tanımları farklıdır, farklı olabilir. Mesela ilk çağlar için tanım verilirse; insan, mağarada yaşar ve ya insan güneş tanrıya inanır denebilirdi. Bugün nasıl çoğu insan mağarada yaşamıyor ve güneş tanrıya inanmak insan tanımı içerisinde yer bulmuyorsa; belirli bir gelecekte başka içerikler yeni tanımlar oluşturacaktır. Tahayyül ettiğimiz bu dünyada, her insanın ihtiyaçları ve isteklerini karşılayan bir üretim olabilir. İnsanlar, kıyafet ürettiği gibi alkol de üretebilir. Önemli olan, ürünlerin denk dağılımıdır. Denklik, burada daha çok niceliği içerisinde barındırır. Eşitlik demememizin sebebi, eşitliğin tanımı gereği tek tipleşen ürünlerin olduğu bir tahayyülü kurmasıdır. Her insanın dilediği ürünü alabildiği bir dünya da bir insanın neden kesinlikle ipekten bir kıyafeti tercih edeceğini nasıl açıklarız? Estetik beğeniler ya da ihtiyaçlar… Eğer her insanın ihtiyacının karşılanabildiği bir dünyayı tahayyül ediyorsak, geriye yalnızca estetik beğenilerden dolayı bir tercih kalır. Kurulabilecek bu dünya da eğer estetik beğeni evrenselleşip herkes ipeği tercih etmek isterse ve dünya kaynakları buna izin vermiyorsa, o zaman üretilebilecek yegâne çözüm herkes katılımı ölçüsünde tüketebildiği; lakin hiç katılımı olmayanın da temel ihtiyaçlarını giderebildiği bir dünyadır. Bunu dünya kaynaklarının denk dağılımında bir geçiş aşaması olarak düşünebiliriz. Bugün, çelik kapıdan tutun da apartmanların inşa edilme biçimlerinden, devletlerin; “bir başkası sahip olamadığı için” yapılan güvenlik harcamaları ya da bir ürünü tükettirmek için yapılan reklâm harcamaları üst üste konduğunda, buna şöyle de diyebiliriz güvenlik ve rekabet için yapılanlar ortadan kaldırıldığında; bir insanın günde 4 saat istediği gibi çalışması yeterli olacaktır. “İnsanların, bazı işleri yapmak istemeyecekleri” kuruntusu tıpkı “insan, doğası bencildir” gibi belirli bir döneme aittir. İşte soru burada bugünden tahayyülü yaşatmak için ne yapılabilir ya da tersten sorarsan böyle bir tahayyülü yaşatmak istemesek kontrol etmeye nereden başlarız. Bence canlı mı cansız mı belli olmayan virüslerde…”
Silah sesinden sonra kapı gürültüyle açıldı. Bütün ev, adamın çalıştığı masada yanan mum dışında karanlıktı. Kapıdan içeriye elinde fenerle giren iki kişi, mum ışığının gölgesini duvarda görüp ışığa doğru yöneldiler. Saçı sakalı birbirine karışmış üzerinde ropdöşambr olan adamın yüzünün sol yarısını mum aydınlatıyordu. Mumun aydınlattığı diğer tarafta ise boyutu küçük son model teknolojik aygıtların tümü mevcuttu. Adam, oturduğu koltuktan ayağa kalmak istediğinde karanlıktan kendisine doğru uzatılan silahtan çıkan kurşun beynini dağıtmıştı. Teknolojik aygıtlara yönelen iki adamdan biri aygıtları çantaya doldururken diğeri ise masanın hemen yanındaki pencereleri açıyordu. Mum pencereler açıldığında sönmüş, üzerine adamın beyninden çıkan kanla parafin kokusu birbirine karışmıştı.
Yaklaşık bir saat sonra çantayı ve silahları teslim etmişler, ellerine tutuşturulan zarftaki paraları sayıyorlardı. Parayı aldıkları adam çanta ve silahlarla plakasında “TC” yazan siyah bir arabayla uzaklaşmıştı.
İki kafadar pencerelerini naylonla örttükleri bir inşaatta sokaktan buldukları tiner kokulu yataklarına yattıklarında heyecandan bütün vücutları soğumuştu. Piyizlenmek için yatağın etrafında el yordamıyla tiner aradıktan sonra, battaniyelerine sinmiş konuyla yetinmeye karar kıldılar. İkisi de içten içe titriyordu. Uykuya dalıncaya kadar da titremeleri devam etti. Biraz daha irice olanı rüyasında bir otoparkın yanında geçtiklerini görüyordu. Otoparkın karşısında merdivenlerde elinde şarap şişesi, gözleri kan çanağı bir berduş sanki onlara sesleniyordu:
“Yol yakınken dönün, bir daha patika bile bulamazsınız”
İki kafadar ne dediğini anlamadıkları berduşu önemsemediler. Otopark karanlıktı ve sanki duvardan bir ışık geliyordu. Işık, sanki bir el fenerinden yayılmaktaydı. Işığa doğru baktıklarında güneşi gördüler. Sonra bir anda kendilerini bugün öldürdükleri adamın evinde buldular. Yalnız bu sefer masanın başında kendileri duruyordu. Karanlıktan anlamadıkları cümleler duyuyorlardı. Korkmaya başladılar. Karşıları karanlık olduğundan neden korktuklarını anlamıyorlardı. Korkularını sıralamaya başladılar. Fareler, lağımlar, bıçaklar irice olanın gözünün önünden yüzlerce görüntü geçiyordu. En son, kendi kıçını düşündü. Şimdi mum ışığının arkasında iki kafadar, onların arkalarında duvarın olduğu yerde ise karanlık vardı. Hareket etmeye çalışıyorlar hareket edemiyorlardı. Kaskatı kesilmişlerdi. Zayıf olan, irice olana karanlıkta öldürdükleri adamın olduğunu söylemeye çalıştı. İrice olanın pantolonu indirilmiş karanlıktan kıçına doğru bir uzuv yaklaşıyordu. İrice olan zayıf olanı işaret ederek bağırdı:
“Bana değil ona sokun!”
Şimdi zayıf olanın da kıçına doğru bir uzuv yaklaşıyordu. Uzuv içlerine girdiğinde bağırıp, arkalarını döndüler. Öldürdükleri adamdan iki tane vardı.
Ertesi gün, öldürülen adamın evinin çatısından aşağıya tükürmeyi ve işemeyi alışkanlık haline getirmiş mahallenin çocukları çatıya çıkacakları merdivenin başına geldiklerinde adamın kapısının açık olduğunu gördüler. İçeri girip, salonun zeminine yayılmış kanları gördüklerinde üçünden birisi kendini tutamayıp kusmuştu. İçlerinden çelimsiz olanı, diğerinin gitmek istemesine aldırmadan masanın üstündeki kâğıtlardan ve kalemlerden beğendiklerini almıştı. Sonra hep beraber koşarak apartmandan çıkmışlardı. Bu arada iki yan sokakta uyumakta olan iki kafadar uyanmış, zarflardaki paraları ceplerine doldurup semtin çarşısına doğru yollanmışlardı. Önünden dilenmek için geçerken defalarca kovuldukları lokantaların birinin önünde durdular. İçeriye girmek istediklerinde komi kapıda belirmişti. Zayıf olan irice olana yarım ağızla gülerek cebinden birkaç kâğıt para çıkartıp, komiye göstererek içeriye geçip bir masaya oturdu. Yemeklerin başında duran şef, komiye dokuma gibilerinden el işareti yaparak masaya yanlarına gidip ne yemek istediklerini sordu. On dakika içinde yemeklerini bitirmişlerdi. Şef, yemekten sonra kafadarlara kolonya tutup; bu seferlik yemeğin kendilerinden olduğunu belirtip, önlerine bir broşür bırakmıştı. Broşürde erkek takım elbiseler ve bu elbiseleri satan dükkânın adı yazılıydı. Kafadarlar lokantadan çıkıp, kalabalık caddedeki dükkâna gittiler. Mağazanın daha kapısına yanaşır yanaşmaz, kendilerini karşılayan tezgâhtar onlara takım elbiseleri göstermeye başlamıştı bile. Ölçülerine uygun kıyafetler tezgâhtarca onaylandıktan sonra, eski üzeri tiner kokan kıyafetleri çoktan mağazanın çöpünü boylamıştı. Tezgâhtar onlara bir hamam adresi yazan kâğıt uzatıp, bu seferlik kendilerinden olduğunu belirtti. İki kafadar doğrudan hamama yollandılar. Güzelce keselenip yıkandıktan sonra çıkarken kasadaki görevli kendilerine yalnızca bir adres bulunan kâğıt uzattı. İki kafadar aldıkları büyük keyifle doğru adrese yollandılar, gittikleri adres bir bodrum katına iniyordu. Kapıdan girdiklerinde vestiyer bölümünde üstlerinin iyice aranması keyiflerini kaçırmıştı. İçeriye girdiklerinde sigara dumanı içki kokusuna karışıyordu. Bir taraftan da ruletten gelen gürültüler vardı. Burası bir kumarhaneydi. Zayıf olan irice olana buradan çıkmanın iyi olacağını söyledi. İrice olanın gözü ise içerideki mini etekli kadınlardaydı. O kadınlardan birsi yanlarına doğru yaklaştı. Onları alıp bir makinenin yanına götürdü. İrice olan yalnızca cebinden banknotlar çıkarıyor mini etekli kadın ona arada bir gülerek makineye jeton atıyordu. Bir süre sonra makineden dökülen jetonları alıp, onları zayıf olanın eline tutuşturdu. Başka kısa boylu hafif şişman kırmızı rujlu bir kadın gelip jetonları alıp, yerine banknotlar verdi. İki kafadarın da başı dönmüştü. Kendilerini mini etekli kadınların kalçalarına bakmaktan alamıyorlardı. Kendilerini bir masada buldular, bir taraftan bardaklarına viskiler doluyordu. Önlerinde rulet vardı. Yanlarındaki kadınlar onlardan rakam ve sayı seçmelerini istiyorlardı. İrice olan okuma yazma bilmiyordu, zayıf olan ise ortaokul terkti. İkisinin de gözü istemsiz 27’ye bakıyordu, irice olan kırmızıyı, zayıf olan siyahı işaret etti. Viskilerin birisi geliyor birisi gidiyordu. Tinere alışkın bünyelere viskinin etkisi oldukça geç oldu. Bu sürede etrafta ne kadın ne de ruleti yöneten kurpiyeden başkası kalmıştı. Önlerinde yığılı olan pullar tükenmişti. Kurpiyer son kez sordu. İkisi birden 27’yi işaret etti. Yine irice olan kırmızıyı, zayıf olan siyahı. Tam rulet dönerken topu bir el kavradı. Karşılarında otoparkta silahı aldıkları şahıs vardı. Kurpiyer, ikisi de dut gibi sarhoş kafadarların önündeki pulları gösterip, banknotlarını aldı. Ama hala kurpiyerin önünde pullar duruyordu.
Elinde topu atıp tutmakta olan kafadarlara sordu:
“Kumar borcu namus borcudur değil mi?”
Bu cümleyi nereden, neden duyduklarını bilmeyen iki kafadar başlarıyla onayladı. Kurpiyer loglu bir silahı önlerine koyup irice olanı işaret etti. İrice olan eline silahı aldı. Şahıs:
“Kumar borcun var. Cebinde para var mı?”
İrice olan cebini yoklayıp, olmadığını söyledi. Şahıs zayıf olanı işaret ederek:
“Onun cebinde var, senin için öderse ölmezsin; ama ödemiyor.”
İrice olan şaşırmıştı, elinde tuttuğu silahı dostuna yöneltti. Bir an kendine gelip, gülmekte olan şahsı gördü ve silahı ona doğrultup altı defa tetiğe bastı ama içinde mermi yoktu. Şahıs, kurpiyere bir işaret çakarak belinden silahını çıkarıp irice olanın beynine doğrulttu. Zayıf olan hamle yapmak istediyse de tabureden kalkamayıp yere düştü. Şahıs:
“Kalk otur lan! Beni o öldürdüğünüz adam mı sandınız?”
Kurpiyer yeni loglu bir silah getirmişti. Şahıs tabureye zar zor oturan zayıf olanın kafasına silahını doğrultarak:
“Daya arkadaşının kafasına şu silahı bas tetiğe”
Zayıf olan tereddüt etse de kendi kafasına dayanmış silahı görünce, loglu silahı arkadaşının kafasına dayadı ve bastı. Arkadaşı kanlar içinde yere düştü. Sarhoşluktan ve şaşkınlıktan dengesini yitiren zayıf olan tabureden yeniden düştü. Yanına eğilen şahıs elindeki silahı onun beynine dayayarak:
“Vurdun len arkadaşını. Şimdi ya ben seni vuracağım ya da şansını deneyip kendi kendine çekeceksin tetiği”
Korkudan dilini ısırmış ve ağzından kanlar akarak yerde yatan silahı kendi kafasına dayayıp tetiğe bastı.
Şahıs, ayağa kalktı. Kurpiyer yanına geldi:
“Amirim, nereden buldun bu safları, bütün akşam elleriyle 27’yi işaret edip durdular.”
Şahıs.
“Siktir et iki tinerci işte! Temizleyin burayı. Ben yukarı çıkıyorum!”
Asansör onuncu katı gösterdiğinde, kral dairesinin yanında nöbet tutan telsizli görevliler geçmekte olan amirlerini selamladılar. Kapı da nöbet tutmakta olan görevli amirine misafirinin geldiğini söyleyip, kapıyı açtı.
İstanbul’un eşsiz gece boğaz manzarasını izlemekte olan kadın kapının açıldığını göründe soyunmaya başladı. Şahıs, kadının soyunmasını izledikten sonra yanına yaklaşan kadını belinden tutup yatağa attı. Kadının sol memesini emmeye başladı. Aklına durmadan kurpiyerin kendine söyledi sayı geliyordu, hemen ardından kapıdaki nöbetçinin “Misafir” deyişi… Kadın acı içinde bağırırken şahıs memeyi yutarcasına emiyordu ve aklında yalnızca kurpiyerin söylediği 27 sayısı vardı, meme ucu şahsın bademciklerine değiyordu ki kadın ittirmeye çalıştı, kadın büyük bir acıyla çığlık attığında göğsündeki silikon şahsın soluk borusunu çoktan doldurmuştu. Adam iki eliyle kendi boğazını tutarken, kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Birkaç dakika sonra kadın bayılmış, şahıssa suratı mosmor yığılıp kalmıştı.
Ertesi gün, kafadarların irice olan tarafından öldürülmüş adamın yan sokağındaki bir yarı bodrum katta açık olan televizyonda “İstihbarat Teşkilatı’nda çalışan görevlilerden birinin ünlü bir mankenle kaldığı otel odasında ölü bulunduğu. Yaralı olan mankenin ise hastaneye kaldırıldığı…” haberi geçerken, yarı bodrumun bahçeye bakan odasında yalnız yatmakta olan bir çocuk, adamın öldürülmeden az önce elektrikler kesildiği için bilgisayara değil mum ışığında kâğıt üzerine yazıp 27 sıra numarasını verdiği çalışmasını okumaya çalışıyordu. Son cümleyi anlayamadı.