Şafak Tanrıverdi
Evet, biz de yaptık… Ahırkapı’ ya hıdrelleze gittik… sponsor sahnelerinin, enstrüman arasına para sıkıştırma ekonomisinin, bir geceliğine de olsa fötr şapkalar giyme, saçına gül takma, basma eteklerle kalça kıvırtma yalancılığının orta yerinde durduk biraz… Zevkimizden gitmedik, işimiz vardı ondan gittik… Sonra geri döndük, ağlayayazdık… Kırk gün kırk gece Sulukule’ nin kırk birinci gecesini düşünmeyen setekacılarımızı, kırk bir kere maşallah kapitalizme demeye gelen örtük dilleri düşünerek ağlayayazdık… Sonra bir yazı düştü posta kutumuza, aşağıya aynen yazdık, önümüzdeki haftalarda sürdüreceğimiz bir tartışmayı başlatmak gayesiyle…
Baharın başlangıcı, “hıdrellez” günü Trakya Ovası’nda ve Balkanlar’da ağaçlar çiçeklerini 9/8’lik ritimlerle açar ve üflenen klarnetle efsunlanır. Düğünlerde, şenliklerde insanları eğlendirirken kendileri de eğlenen “kara” insanların mevsimidir. Yaz aylarının bereketi düğünlerde çaldıkları akşamlar kazandıkları “sipali” ve aldıkları “şaba”larla hanelerine ve “kızancıkları”nın kursaklarına da yansıyacaktır. Bayramdır her baharın gelişi bu “kara” insanlara. Toplum içinde en kenarlara itilmenin coşkunca esrikliğini “gaco” düğünlerinde de sergilerler. “Gaco”ların o mendebur ahlak anlayışıyla zerre kadar uyuşmaz dünya görüşleri. Bu dünyaya yaşamak için gelmişlerdir. Sahi “yaşam”ın anlamı nedir; çalışmak, para kazanmak, biriktirmek? Bunlar yanlış cevaplar “yaşam” yaşandıkça güzeldir, biriktirildikçe değil! Gaco “ahlak”ının kabul edemeyeceği “müstehcen” sözlerini kendi dillerinde söylerler şarkılarında, bir nevi “oto sansür” geliştirmişlerdir. Dalgasını geçerler bir anlamda onlarla…
Edirne’nin Yıldırım Mahallesi’nde 1943 yılında dünyaya ilk çığlığını atan Selim Abimiz, nefesinin gücünün klarnetten ses çıkarmaya yettiği yaşlardan (9–10 yaşları) 1995 yılına kadar gırnatasıyla bu çığlığı atmaya devam etmiştir. Alüminyumdan yapılmış sol klarnetiyle düğünden düğüne gezmiştir. Mezara gömüldüğünde klarnetini Selim Abimizden ayırmamışlardır. Nasıl ayrılsın ki, bütün bir ömrünü dudaklarında aşkla birleştirdiği bu “gırnata”dan?
Kafa kâğıdındaki adı Selim Kızılcıklar’dır. Ama askere gidip geldiğinde gerçek ismini bulacaktır, “Deli Selim”. Hırçın kişiliği ve paraya etmediği itibar dolayısıyla yakın çevresi ona bu lakabı takmıştır. Trakya semalarında uzunca yıllar klarnetinden çıkan notalar yayılmıştır. Trakya’da neredeyse her evde bir plağı ya da “bandı” mevcuttur. Açıkgöz yapımcılar Unkapanı’na çağırıp bir albüm yapıp kendi kazanacakları paranın “devenin yanında kalan pire” oranında kısmını Deli Selim’in cebine sıkıştırıp, Kumkapı’ da yedirip içirip Edirne’ye yollamışlardır. Elbette Deli Selim Edirne’ye vardıktan sonra albümleri Trakya illerinde ve İstanbul’da peynir-ekmek gibi satılmıştır. Deli Selim’in dünya malında gözü hiç olmamış, yaşamını Romanların hayat çizgisinde (Amaro Romano Drom) özüne layık bir şekilde sürdürmüştür. Düğünlerde kazandığı paralarla akşamları mahallede sofra kurup bütün komşularıyla yemeğini, içkisini paylaşıp “piyizlenmiş”lerdir.
Deli Selim’i grup arkadaşlarından ayırarak anmak hiç doğru olmaz. Kadir Ürün cümbüşü ve sesiyle Deli Selim’in hep yanında olmuştur. Naci Kokina kanunu, Selami Karaali kemanı ve Deli Selim’in “kızanları” Murat ve Selim vurmalı çalgılarıyla grup halinde yaşamlarını kazanmış ve müziklerini kolektif bir şekilde icra etmişlerdir. Kayıtları dinlendiğinde Deli Selim’in klarnetinin ne kadar önde olduğu hissedilse de hiçbir zaman altta giden diğer enstrümanların özgünlüğü ve grup ruhuyla senkronizasyonu ve zaman zaman Deli Selim’in diğer arkadaşlarının enstrümanlarının ön plana çıkmasının önünü kesmediği aşikârdır. Sanatçıların birçoğunda bulunan egolardan bu müzisyenlerde zerre kadar yoktur. Belki de bu yüzden ölüm onları birbirlerinden ayırana kadar bu güzel müziği beraber yapmışlardır.
1980 sonrası sansür mekanizmasının her yönüyle işlediği düşünüldüğünde 80’lerin sonları 90’ların başlarında Deli Selim’in albümüne “Gogocular” adını verebilmesi, sistemin “gogocu”nun ne anlama geldiğini bilmemesinden kaynaklanabilir. “Gogocu” aslında esrarkeş anlamında kullanılır argoda. Deli Selim bu şarkısında toplumun bu alt kültür insanlarından bahsetmiştir hayatın yalınlığında bir dille… Müzikten ayırarak bu sözleri aktarmak pek aydınlatıcı olmaz ama “kiremitten baca olmaz, şoförlerden koca olmaz, seveceksen gogocu sev, sever sever kalbini kırmaz” sözleri geçer şarkıda.
Deli Selim’in klarnetindeki büyünün esrikliğinde “gogocu” olmasının da büyük payı vardır. Rivayete göre Edirneli Deli Selim, kafası “kıyakken”, çantasından “gırnata”sını çıkarıp da üflemeye başladı mıydı, Selimiye Camisinin önünde parktaki çimenler bile oynamaya başlarmış. Yaptığı bestelerin büyük çoğunluğunun güfteleri –müziğinin beslendiği gibi– hayattan beslenmiştir. “Çalış çabala bir dilim ekmek iki köfte, Almanya demedim Fransa demedim bir dilim ekmek yiyemedim, çalıştım çabaladım bir dilim ekmek yiyemedim” sözleri de buna bir örnektir. Çok bilinen ve “Kulturshock” grubunun da söylediği Mastika şarkısı Deli Selim’e aittir. Deli Selim bu şarkının hikâyesini şöyle anlatmıştır: “Bizim arkadaşlardan birisi Bulgaristan’a folklor grubuyla gitmişti. Sağ olsun dönerken bana bir şişe mastika getirmiş, birkaç paket de marlboro cigarası… Kahveden geldim eve, koydum cigaralarla şişeyi masaya. Oturduk kız, kızan hep beraber, aldım elime klarneti, başladık hep birlikte söylemeye çalmaya. Orda çalıp söylerken yaptık parçayı: Ooo mastika, ooo sigarası marlbora… Alayım kızıma bir kutu boya boyasın kendini boydan boya…”
Deli Selim belki hayatında hiç blues dinlememiş olmasına rağmen insanlarının hüznünü şarkılarında çaldığı klarnetin geçişlerinde bize hissettirir. Zaten öyle “beyazlar” için paketlenmiş bluesla işi de olmazdı herhalde. Dikkatli dinlendiğinde klarneti incesaz
değil de sokak usulü çalması, arıza çıkışları, ritimsel üfleyişi, klarnetin sesindeki iniş çıkışlar, blues tarzı şarkılardaki üflemelilerle çok benzeşmektedir.
Melih Duygulu bir yazısında şöyle bahsetmiştir ondan; “1994 Ekim’inin sonlarıydı. Hollanda’daki KULSAN Vakfı’nın davetlisi olarak Amsterdam’a seyahat ediyorduk. Türkiye’deki çingenelerin kendi tabirleriyle romanların müzik ve dans kültürlerini anlatmak ve bir roman müzik grubuyla konserler vermek üzere yola çıktık. Grup Edirne’den seçilmişti. Bu alanın en yetkin ismi Deli Selim toplamıştı grubu. Macera dolu yolculuğun sonunda bir otele yerleştik. 15 gün boyunca 11 konser verildi, Hollanda ve Belçika’nın çeşitli kentlerinde. Ben de Romanları anlatıyordum; aynı zamanda onları tanıyarak…
Her gün neredeyse 20 saat beraber oluyorduk; kâh yemekte kâh yolculukta kâh konserde… Onların insani yanlarını, sevinçlerini, paylaşımlarını, dostluklarını, ürkekliklerini, coşkularını paylaştık.
Deli Selim’in klarnetini (gırnatasını) dinlemeye gelen ünlü müzisyenler bu virtüözü ve arkadaşlarını pür dikkat dinliyorlar, kafalarında onlarca soruyla ayrılıyorlardı konserlerden… Naci Kokina’nın kanunu, Selami Karaali’nin kemanı, Kadir Ürün’ün (Üründülcü) cümbüşü ve sesi, Deli Selim’in çocukları Murat ve Selim’in vurma çalgılarını yüzlerce binlerce kişi ayakta alkışlıyordu. Kimi zaman endişeli kimi zaman coşkulu geçen on beş gün boyunca duygular hep üst düzeydeydi… Bu olaydan yaklaşık 3 ay sonra Ocak 1995’te Deli Selim’i kaybettik. Ardında bıraktığı hoş seda kulaklarımızdan gitmiyor…”
Diskografisini ne kadar vermeye kalksak da eksik kalacağından sadece Kalan Müzik’ten çıkan “Edirne Romanları” ve “Dumbaba” albümünü önerebiliriz. Çünkü bugün belki sadece bu iki albümüne kolayca ulaşılabilinir. Kendisinin grubuyla yazdığı ve bestelediği anonimleşmiş şarkılardan örnek vermek gerekirse; “Ayılana Gazoz, Bayılana Limon”, “Mastika”, “Bizim Mahalle” en bilinenleridir.
25 Mayıs 2008, 01.34
*“Dey Be Sazan Balığı”, Deli Selim’in yazıp bestelediği bir şarkıdır. Kara kuzuyu satıp sazan balığı alan ve onu gütmeye çalışan bir karakteri anlatır. Büyük bir ihtimal kara kuzuyu satıp sazan balığı alan bir “piyizcinin” hikâyesini anlatmaktadır. Sazan balığı mangalın üzerinde pişerken çevresindekilerin sataşmalarından esinlenmiş olabilir: “Sazan balığını güdersin artık” serzenişi gibi…