Cengiz Yılmaz – cengiz@solucanfanz.in
“-Hakkıdır hakkı tepen, caddesidir istiklal!” dedi biri, diğerine “Bu lanet yerden çıkalım” diye cevap verdi öbürü. Günlük toplumsal pankartlı eylemlerin biri yerine diğerine bırakıyor, eğlence ve tüketim kültürü bu merkezde işliyordu, günler ve geceler boyu… Olası bir devrim sonrası, olası devralınmış siyasal iktidarın öncekine benzer aktörlerinin ilk yasaklayacağı yer olması olası caddeden hızla uzaklaşıyorlardı. Yasakçı zihniyet de olumlu yönler bulabilenler içinse bugünden yasaklanması gereken bir caddeydi orası, tüketimdi her anlamda. Yürürken biri, diğerine doğru yaklaşırken aklımdan tüm yaşadıklarını birbirlerine aşk şiiri yazmak olarak özetliyordu. “Bu ne lan?” diye sordu diğeri. “Debelenmese bari denerken dede” diye cevap verdi biri. Zira alkolik bir yaşlı, tellerin üzerinden atlamaya çalışıyordu yasak bir bahçeye girmek için. “Dede” söylemi, ikisini de düşüncelere sevk etti zira artık genç olanlar Demokratik Almanya’dan sonra doğanlardı, oysa ikisi de Demokratik Almanya’dan sonra doğanlarla iletişim kuramıyordu. Bu düşünce diğerine göre solda yürüyeni rahat bir koltukta uyumayı çekici hale getirmenin anahtarı olmuştu. Lakin günlerdir uyuyamıyordu. Yanında yürüyene dönüp, gözlerini gözlerine dikip: “Uyumak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir roman gibi kalleşçesine uykusuzluk.” dedi. Aylardır uyumayan diğerine göre sağda yürüyen “Yalvardık uykuya kuyusunda bize de yer versin diye o da dedi ki bize “yalan” ; biz sadece sadede geldik, “biz vardık!”. “Biz?” diye sordu soldaki. Tam sokağın köşesine gelmişlerdi, köşede karanlıkta beklemekte olan biri yanlarına yaklaştı. “Bir şeyler ister misiniz?” diye sordu. “Yok” dediler hep bir ağızdan; “Kolay gelsin!” sesi yankılandı boş sokaklarda sokak lambalarının aydınlattığı. Uzun bir süre sessizce yürüdüler. En sonunda deniz kokusu ve iç ferahlatan rüzgârı hissedilmeye başlandığında solda olan durarak : “ ‘biz’ için iki tür yalnızlık alt edilmeli biri duvar içi içsel, diğeri doku dışı dokunsal!” dedi. Az önce gördükleri torbacıya kafayı takan sağdaki “Birbirimizin kafasını kırmayı çok severiz, en azından devlet satmıyor kırmak için kullandığımız sözlerimizi!” diye karşılık verdi. “Maddegülün suçu ne?” diye sordu soldaki, ve sanırım “uyuşturucu, uyarıcı kullanıcılarını” kastediyordu. Sırıtmıştı sorusunun akabinde. Buna karşın sağdaki daha da ciddileşerek “en nihayetinde her tüketilen illegal tüketim maddesi, bir gerillanın kafasına doğrudan mermi olarak gider ‘devletler’ kontrolünde” dedi. Çatalların koz geldiği saatlerde umutla korku arasında bir dudak fısıldadı geleceği henüz gelmekte olana… “Bir ben biz bin” dedi soldaki sağdakine. Ve karşılığı gecikmemişti sözün kapısına vardıklarında dışarıdan kulübe gibi gözüken tabelasız, ruhsatsız meyhaneye deniz kıyısında “ ‘biz’ her birinizin, her birimizin beynine sıkılan ‘kurşunuz’ ‘kurşundur’!” Bunu o kadar haykırarak söylemişti ki kapıda, bizim meyhane dediğimiz virane kulübedeki jankiler sarsılmıştı, gözlerini kapıya dikip bir süre izlemişlerdi girenleri. Bu izlenilme hissi söyle bir cümle kurdurdu soldakine “Tanrı bana çevrimdışı!” İşte, şimdi bir sessizliğe, bir aşinalığa yerini bırakmıştı; anlık bir hareket. Sessizlik, seslerin düzenin zeminine ustaca yerleşmişti. Kırık dökük kırmızı bir kasetçalardan müzik kulübeyi ve yakamozları dans ettiriyordu, bu meyhanede. Meyhanenin tek masasında karşılıklı oturanlardan biri diğerine denizin yüzeyini göstererek “Tanrıya aracısız referans vermek: dilin, ifade sınırlarının çizdiği anlam dünyasının sembollerle vahiylerin “dansetiği”ndeki yanlışlığıdır.” dedi bilgece. İçinden “Hassiktir lan ordan” demek isteyen diğeriyse jankilerle kasetçaların arasını eliyle göstererek “Şoparlörden geliyor müzik” dedi. İçerisi yakılan sigaralar yüzünden feci duman altıydı. Biri diğerinden pencereyi açmasını istedi, eliyle dışarı ittirerek pencereyi açan, denizdeki gemiyi ve uçağın karanlıkta bir yanıp bir sönen ışığını göstererek “…ve oksijeni tatmak. dumansız hava sahasının pilotları ve pistteki görevlileri; kaç kez geçti hiç erken olmayan?” diye sordu.”Bir milimetrik göz hareketi değişimi bize nasıl hissettirir; göz kapakların ağırlığında geçen zaman, hayattan çalınca?” Uyanmış, sigara içmekte olan bir janki sohbete dahil olmak ister gibi “ ’Kafamızdaki gürültü, yüreğimizdeki sessizliktir!’ damardan da geldiydik!” dedi, ve uyumaya devam etti. Masadakilerden pencereyi açan “Uyuşumsal düşlerin sinsi gizleri uzlaşımsal değil, “zaman” dedi, gelişigüzel dizilen harflerin ne sesi vardı, sembolsüz?” diye sordu uçağı ve gemiyi işaret etmesinin eleştirildiğini düşünerek. Uyuyan jankiye bakan diğeriyse “ ayakta kalmak, hayatta kalmak mıdır?” diyerek soru silsilesini devam ettirdi. Uzun bir sessizlikten sonra sanki tekrar eder gibi bir diyalog gelişti masada oturanlar arasında:
– İki tür yalnızlık vardır: duvar içi içsel, doku dışı dokunsal.
– Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!
– Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk paradox!
– Ne böyle insanlı, ne de böyle insansız.
– Kendi içinde çelişen bir bütün halinde insanlığımız.
– Bir protoplazma halinde insanlığımız!”
– Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar yani HUGO!
Kahkahalar yankılanmaya başlamıştı denizin yüzeyinde kulübeden yükselen anlamlı anlamsız seslerle.
-Bağlam kafa, bağlam vücutta bulunur!
-Muallimler, yeni embesil sizin eseriniz olacaktır.
-Arsız kalmış bir toplumun, sanat damarlarından biri atar demektir.
Kahkahalar bir süre sürdükten sonra, zihindeki ses “sonra” diyordu, bilmediği bir dilde. Açıklamaya girişti pencereyi açan: “ışıltılı harflerin, göz kenarlarında parlayan yıldızların nesliyiz “vesselam” ve hakikaten “grubunun içinden konuşmamak” değil mi meselemiz ve göz kapaklarına düşen gölgelerin “sanki bir anlamı var” dediğini görür gibi olduk! “bir ben biz bin” ve ne denenebilir ki, harfleri sınır…” Cümleyi tamamlamış gibi hissediyordu, anlaşılıyordu, her ne kadar istemese de!
-Neden anlamdan ya da anlaşılmaktan kaçıyorsun? N’oldu “herkesin farklıyım dediği yerde, farklı olan nedir?” diye mi sordun? Kesin sen farklısın ve özelsin!
– Başkasıyla olan mesafe gözlerinle beynin arasındakinden daha yakınsa miyopsun demektir hayata ve hataya hipermetrop!
Açık saldırısına, bu kadar savunmasız bir cevap karşısında; saldırdığı avın hiçbir tepki vermemesine şaşan hayvan gibi donup kalmıştı. Bunu gören diğeri yüklenmeye devam etti:
-”Konvansiyon” neden saat daire, çember ya da küre ya çekirdek mükemmel değil de yer elması gibiyse Newton? Ya birileri “dünyanın merkezi bu yerelmasıdır” diyorsa…
-”Tarih, yaptıklarımızı yazıyor; yapmadıklarımızı değil, maalesef!”
– Yani “ördek vurulur!” diyorsun!
– O ne demek lan!
– Ördek vurulur, örnek baki kalır! tarih örnekleri yazar; örnek olmayanları değil; anti-kahramanlarla birlikte anti-azizleri de harcamıştır!
– Ördek nerden geldi?
– Atarilerde ördek vurma oyunu nasıl çalışıyordu? Uzaktan kumandası olmayan bazı tv’lerde bile çalışırdı, yani tv’nin yüzeyi nasıl algılıyordu? Zira biz silahı hep etkin düşündük; oysa zaafın ta kendisiydi. atariye bağlı silahın tetiğine basarsın tvden gelen ışınla silah ördeğin rengini algılar!
-Pavlov’un köpeği schrödinger’in kedisi olmasın yav!
İkisi de başını masaya gömmüş, birbirlerinin gözlerini görmeden sohbet etmeye devam ediyorlardı, uzaya yayılan bir ses olduğunu söylemek güçtü!
– Biz uyurken; daha çok kişi oluyoruz, içimizden horlayanı bir temizlesek; ozon tabakasını bırakır; bir daha da içmezdi sigara, lanet olsun!
-”Hortlamak” nasıl bir yansıma; kulakta ya da “ortadontolojik” bir sorun yoksa; yay oksa?
Bir ağızdan duyulan ilk yanıt gelmişti akıllara, “Bir şeyler ister misiniz?” “Yok” diye gelişen diyalogtaydı sanırım ve “Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!” artık denmişti. “Şimdi artık geçmişimdir” demek için çok geçti! İkisi birden uyandılar; göz göze geldiklerinde ikisi de kafalarına doğrultulmuş bir silah düşündüler; “Bana yapmayın ona yapın!” düşüncesine ise ikisi birlikte güldüler. Yine de ciddi olmak bir soruydu gülmekte; pencereyi açması artık önemli olmayan sordu:
-”Artık” sözcüğünün zamansal zıttı nedir? “bundan sonra hiçbir zaman” mı? “Henüz” mü? Her zaman mı? Hiç bir zaman mı?
“ ‘biz’ her birinizin, her birimizin beynine sıkılan ‘kurşunuz’ ‘kurşundur’!” hatırlanmıştı kapıdan girişlerinde her ikisi tarafından, yine hep bir ağızdan, aynı anda dediler:
-“Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!”
– Artık diyorsun ki æ: ayna, kağıdın kısa kenarına konduğunda 69, uzun kenarına konduğunda 96 gösterir!
-Anan da kaç an var? Geldim gördüm yedim!
– Bir çerçeve için kaç çevre var?
– Uykusorgu!
-Algımesaj!
-Anlatıaktarı!
– Vurguyargı
-Sorarsan Bağdat, sormazsan roma!
-Sakın gözüme “Sora sora Bağdat bulunur, tüm yollar Roma’ya çıkar.“ çatalını sokmaya kalkışma zira, zihnimde “Çıldırıyor nöronlar romayı yakmadık diye!”
Yeniden git gide yabancılaşan sit-com kahkahaları duyulmaya başlandı, zihinlerde! Sessizlik geldiğinde, pencerenin açılmasını isteyen iradenin anlamsızlaştığı zihin, bir gereklilikten bahsetti:
-”Biz” için iki tür yalnızlık alt edilmeli biri duvar içi içsel, diğeri doku dışı dokunsal!
– Ben birley diyecektim!” Geçen gün Kadıköy-Pendik minibüsünde gördüm, minibüs iç yazısı olarak “No Women No Cry”…
– Biz sosyal ağın hızı için, çok yavaş; hayatın içre hızı için çok çabuk kalmaktayız!
-Demek ki “sosyal ağlar” “asosyal ağlamaz”mış!
– Hipermensup bir sürünün sürüngenleriydik o lunaparkta.
– Gergedanlar kovaladı gondolda salınmakta olan atlı karıncayı, ata sarıldı, vahşet de bir tiyatro oyunuydu.
Bir yangın kokusunu, fırından yeni çıkmış ekmek kokusuyla karıştıran biri pekala o yangında ikisini de kurtarmak isterken birini feda eder. Bu virane kulübeyi de bir Hollywood filmi dekoru zannedebilir. Vahşet tiyatrosunda, bir anı anlatır geçmişin malzemesiyle oluşturulan kurgu bir şimdi de masada olmayan pencerenin olmadığı köşkte:
-Kopardı bağlarını, üzüntülerden şarap, gürültülerden bir bina yaptı harap; oysaki bir duvara yazdıydı: “ağır ağır gelen çapalamalar bu batıştan güneşe girmeye çalışan karşında sağır sağır giden kapalılar!”
İşte bu kapalı, bir oda ve ozon, o oda da tabakasını bıraktı, bir daha da sigara içmedi!
Sonunda, sessiz ve kimsesiz olduklarını anladıkları bu virane dünyada bir kıyıda ve köşede taşlarını sayarak satılan her parçanın bir anlam taşıdığı yüreklerde birbirine başka ne diyebilirlerdi ki şundan başka:
-Duygulara baka baka kör olduk be abi!
– Kör duygularla yattık, şaşı düşüncelerle kalktık!
– O ise hiç, o ise hep, o ise her, o ise en az bir, o ise ne, o ise o, 0 ise 1!
-Deniz at mı abi?
– En az iki kalbi olan canlı ya ahtapottur ya da hamile… Yalnızca erili hamile kalabilen bir canlı olmasıyla deniz atı durumu değiştirmez.
-Bi kara gördüm sanki!
– Atlar!
– Mahlûk at!
– At bakmaya gitsek!
– Serzeniş, hezeyan, berhudar ve rencide… Mahşerin dört atı bunlar!
Dualarında dilek kipleri düştü ses kinsiz tekinsiz neden olumlu kullanılmaz zira “sembolikte reddedilen reelde geri gelir!” hiçsiz. Gitme dileği böyle düştü mahşerde, öyle değil miydi ki atlı olması için at olması gerekir! Penceresiz olan denizdeki dalgaların yavaşladığını hissettiği rüzgara doğru saldı sesini, bir kağıdın insan tenini yaralaması gibi keskinliğiyle:
– Hayatının bir cümle, bir söz, bir sahne ile değişebileceğini iddia edenler, hiç değişmeyeceğini düşündüklerine biat ediyorlardır.
– Sessiz bir sis, sessizlikte bir ses, klik; neler olmadı, bilinçdışı bunu yazdı, tarihselsizlik, grift!
– Sanki yarın hiç olmayacakmış gibi yaşayanlar “Istranca’ya kadar içiyorlar!”
– Recep siyonist bir insan!
-Kas yaparken göt çıkarmışsın abi
– İşte “rejim tehlikede” olunca göt-göbek çıktı…
Jankilerden biri uyandı ve bağırmaya başladı:
-Bana “hadi” deme!
Masada oturanlar bu bağırışın anlamını çözmeye çalışırken, hatırlamaya çalışıyorlardı son söylediklerini. “Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!” yine yeniden yankılandı. Gülmek eylemi neden anlık olarak gerçekleşmeye başlar da bir türlü süregelen ve süregiden olamaz ki?
-“hadi hadi hadi hadi hadi hadi hadi” diye darlama makinesi icat etsek de içini boşaltsak şu ünlemin!
– Gelişine giderdi hep onu düşünmeyin diyen düşündüğünüzde onu bir dünlük yaşam içten bir buluş olsaydı diye esas olan!
Hayalleri çok oluyordu artık! Sanki hiç yürümediler, hiç bu meyhanede olmadılar, bu meyhane hiç olmadı, deniz kıyıdan ibaretti ve nedense anlam bir türlü yakalanmıyordu!
– Gönlümüzü açtık hayata, yalanı aldık, hiç tereddütsüz gittik peşinden hayallerin ve tahayyülde bir ses duyduk ve hiç ben olmadık biz!
– Yalnız türlerin hegemonyasında bir biz tutturmuşuz bende bin olan “çapalı karşıda” sessizlik orkestrasının zilleri olarak hayatta haytalar!
-Biraz daha okusak!
-Yedi ceddine okudun zaten!
“Gümbürt” diye bir ses geldi, ağır. “Sağır mısınız” dediler sığırlara. Ağır anladılar, oysa “biz kahır dediydik” diyorlardı etik yerine ahır zuhur edenler. O sese rağmen hala düşmedi gökten üç yıldız bir elma!
-Sezgisel ezgileri duyuyoruz! “delirium”dan muzdaribiz!
– Uzvuyla davranan umuduyla ağlar
Gece bir yandan esiyordu o pencerenin açıldığı denizde ruha sufle veren bilinç eşlik ediyordu ona. Zincirlerle yürüyorlardı beyindeki hücrelerine karanlık sessizler göz kapaklarından hallice nineler milim ellerinde “kay” bulurdu onu sisle. Zihinlerde dağıtan politik abluka hücrelerinize “bir ben biz bin’e “baktığın yerden gördüğüm kareyi kes!” derdik! Yukardan kırılı yarıların altında yükselen öfkenin ifadesi olarak cereyan eden ne de güzel der olmayana “ne derece yan!” Zaman geçti!
Allah Dresden’e hava saldırısı vermedi, Tesla Bobinini sararken çift saatli olmayan aklın eleştirisi…
– İki tür yalnızlık vardır: duvar içi içsel, doku dışı dokunsal.
– Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!
– Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk paradox!
– Ne böyle insanlı, ne de böyle insansız.
– Kendi içinde çelişen bir bütün halinde insanlığımız.
– Bir protoplazma halinde insanlığımız!”
– Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar yani HUGO!
Kahkahalar yankılanmaya başlamıştı denizin yüzeyinde kulübeden yükselen anlamlı anlamsız seslerle.
-Bağlam kafa, bağlam vücutta bulunur!
-Muallimler, yeni embesil sizin eseriniz olacaktır.
-Arsız kalmış bir toplumun, sanat damarlarından biri atar demektir.
Kahkahalar bir süre sürdükten sonra, zihindeki ses “sonra” diyordu, bilmediği bir dilde. Açıklamaya girişti pencereyi açan: “ışıltılı harflerin, göz kenarlarında parlayan yıldızların nesliyiz “vesselam” ve hakikaten “grubunun içinden konuşmamak” değil mi meselemiz ve göz kapaklarına düşen gölgelerin “sanki bir anlamı var” dediğini görür gibi olduk! “bir ben biz bin” ve ne denenebilir ki, harfleri sınır…” Cümleyi tamamlamış gibi hissediyordu, anlaşılıyordu, her ne kadar istemese de!
-Neden anlamdan ya da anlaşılmaktan kaçıyorsun? N’oldu “herkesin farklıyım dediği yerde, farklı olan nedir?” diye mi sordun? Kesin sen farklısın ve özelsin!
– Başkasıyla olan mesafe gözlerinle beynin arasındakinden daha yakınsa miyopsun demektir hayata ve hataya hipermetrop!
Açık saldırısına, bu kadar savunmasız bir cevap karşısında; saldırdığı avın hiçbir tepki vermemesine şaşan hayvan gibi donup kalmıştı. Bunu gören diğeri yüklenmeye devam etti:
-”Konvansiyon” neden saat daire, çember ya da küre ya çekirdek mükemmel değil de yer elması gibiyse Newton? Ya birileri “dünyanın merkezi bu yerelmasıdır” diyorsa…
-”Tarih, yaptıklarımızı yazıyor; yapmadıklarımızı değil, maalesef!”
– Yani “ördek vurulur!” diyorsun!
– O ne demek lan!
– Ördek vurulur, örnek baki kalır! tarih örnekleri yazar; örnek olmayanları değil; anti-kahramanlarla birlikte anti-azizleri de harcamıştır!
– Ördek nerden geldi?
– Atarilerde ördek vurma oyunu nasıl çalışıyordu? Uzaktan kumandası olmayan bazı tv’lerde bile çalışırdı, yani tv’nin yüzeyi nasıl algılıyordu? Zira biz silahı hep etkin düşündük; oysa zaafın ta kendisiydi. atariye bağlı silahın tetiğine basarsın tvden gelen ışınla silah ördeğin rengini algılar!
-Pavlov’un köpeği schrödinger’in kedisi olmasın yav!
İkisi de başını masaya gömmüş, birbirlerinin gözlerini görmeden sohbet etmeye devam ediyorlardı, uzaya yayılan bir ses olduğunu söylemek güçtü!
– Biz uyurken; daha çok kişi oluyoruz, içimizden horlayanı bir temizlesek; ozon tabakasını bırakır; bir daha da içmezdi sigara, lanet olsun!
-”Hortlamak” nasıl bir yansıma; kulakta ya da “ortadontolojik” bir sorun yoksa; yay oksa?
Bir ağızdan duyulan ilk yanıt gelmişti akıllara, “Bir şeyler ister misiniz?” “Yok” diye gelişen diyalogtaydı sanırım ve “Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!” artık denmişti. “Şimdi artık geçmişimdir” demek için çok geçti! İkisi birden uyandılar; göz göze geldiklerinde ikisi de kafalarına doğrultulmuş bir silah düşündüler; “Bana yapmayın ona yapın!” düşüncesine ise ikisi birlikte güldüler. Yine de ciddi olmak bir soruydu gülmekte; pencereyi açması artık önemli olmayan sordu:
-”Artık” sözcüğünün zamansal zıttı nedir? “bundan sonra hiçbir zaman” mı? “Henüz” mü? Her zaman mı? Hiç bir zaman mı?
“ ‘biz’ her birinizin, her birimizin beynine sıkılan ‘kurşunuz’ ‘kurşundur’!” hatırlanmıştı kapıdan girişlerinde her ikisi tarafından, yine hep bir ağızdan, aynı anda dediler:
-“Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!”
– Artık diyorsun ki æ: ayna, kağıdın kısa kenarına konduğunda 69, uzun kenarına konduğunda 96 gösterir!
-Anan da kaç an var? Geldim gördüm yedim!
– Bir çerçeve için kaç çevre var?
– Uykusorgu!
-Algımesaj!
-Anlatıaktarı!
– Vurguyargı
-Sorarsan Bağdat, sormazsan roma!
-Sakın gözüme “Sora sora Bağdat bulunur, tüm yollar Roma’ya çıkar.“ çatalını sokmaya kalkışma zira, zihnimde “Çıldırıyor nöronlar romayı yakmadık diye!”
Yeniden git gide yabancılaşan sit-com kahkahaları duyulmaya başlandı, zihinlerde! Sessizlik geldiğinde, pencerenin açılmasını isteyen iradenin anlamsızlaştığı zihin, bir gereklilikten bahsetti:
-”Biz” için iki tür yalnızlık alt edilmeli biri duvar içi içsel, diğeri doku dışı dokunsal!
– Ben birley diyecektim!” Geçen gün Kadıköy-Pendik minibüsünde gördüm, minibüs iç yazısı olarak “No Women No Cry”…
– Biz sosyal ağın hızı için, çok yavaş; hayatın içre hızı için çok çabuk kalmaktayız!
-Demek ki “sosyal ağlar” “asosyal ağlamaz”mış!
– Hipermensup bir sürünün sürüngenleriydik o lunaparkta.
– Gergedanlar kovaladı gondolda salınmakta olan atlı karıncayı, ata sarıldı, vahşet de bir tiyatro oyunuydu.
Bir yangın kokusunu, fırından yeni çıkmış ekmek kokusuyla karıştıran biri pekala o yangında ikisini de kurtarmak isterken birini feda eder. Bu virane kulübeyi de bir Hollywood filmi dekoru zannedebilir. Vahşet tiyatrosunda, bir anı anlatır geçmişin malzemesiyle oluşturulan kurgu bir şimdi de masada olmayan pencerenin olmadığı köşkte:
-Kopardı bağlarını, üzüntülerden şarap, gürültülerden bir bina yaptı harap; oysaki bir duvara yazdıydı: “ağır ağır gelen çapalamalar bu batıştan güneşe girmeye çalışan karşında sağır sağır giden kapalılar!”
İşte bu kapalı, bir oda ve ozon, o oda da tabakasını bıraktı, bir daha da sigara içmedi!
Sonunda, sessiz ve kimsesiz olduklarını anladıkları bu virane dünyada bir kıyıda ve köşede taşlarını sayarak satılan her parçanın bir anlam taşıdığı yüreklerde birbirine başka ne diyebilirlerdi ki şundan başka:
-Duygulara baka baka kör olduk be abi!
– Kör duygularla yattık, şaşı düşüncelerle kalktık!
– O ise hiç, o ise hep, o ise her, o ise en az bir, o ise ne, o ise o, 0 ise 1!
-Deniz at mı abi?
– En az iki kalbi olan canlı ya ahtapottur ya da hamile… Yalnızca erili hamile kalabilen bir canlı olmasıyla deniz atı durumu değiştirmez.
-Bi kara gördüm sanki!
– Atlar!
– Mahlûk at!
– At bakmaya gitsek!
– Serzeniş, hezeyan, berhudar ve rencide… Mahşerin dört atı bunlar!
Dualarında dilek kipleri düştü ses kinsiz tekinsiz neden olumlu kullanılmaz zira “sembolikte reddedilen reelde geri gelir!” hiçsiz. Gitme dileği böyle düştü mahşerde, öyle değil miydi ki atlı olması için at olması gerekir! Penceresiz olan denizdeki dalgaların yavaşladığını hissettiği rüzgara doğru saldı sesini, bir kağıdın insan tenini yaralaması gibi keskinliğiyle:
– Hayatının bir cümle, bir söz, bir sahne ile değişebileceğini iddia edenler, hiç değişmeyeceğini düşündüklerine biat ediyorlardır.
– Sessiz bir sis, sessizlikte bir ses, klik; neler olmadı, bilinçdışı bunu yazdı, tarihselsizlik, grift!
– Sanki yarın hiç olmayacakmış gibi yaşayanlar “Istranca’ya kadar içiyorlar!”
– Recep siyonist bir insan!
-Kas yaparken göt çıkarmışsın abi
– İşte “rejim tehlikede” olunca göt-göbek çıktı…
Jankilerden biri uyandı ve bağırmaya başladı:
-Bana “hadi” deme!
Masada oturanlar bu bağırışın anlamını çözmeye çalışırken, hatırlamaya çalışıyorlardı son söylediklerini. “Hatırlamadığın şeyi unutmazsın!” yine yeniden yankılandı. Gülmek eylemi neden anlık olarak gerçekleşmeye başlar da bir türlü süregelen ve süregiden olamaz ki?
-“hadi hadi hadi hadi hadi hadi hadi” diye darlama makinesi icat etsek de içini boşaltsak şu ünlemin!
– Gelişine giderdi hep onu düşünmeyin diyen düşündüğünüzde onu bir dünlük yaşam içten bir buluş olsaydı diye esas olan!
Hayalleri çok oluyordu artık! Sanki hiç yürümediler, hiç bu meyhanede olmadılar, bu meyhane hiç olmadı, deniz kıyıdan ibaretti ve nedense anlam bir türlü yakalanmıyordu!
– Gönlümüzü açtık hayata, yalanı aldık, hiç tereddütsüz gittik peşinden hayallerin ve tahayyülde bir ses duyduk ve hiç ben olmadık biz!
– Yalnız türlerin hegemonyasında bir biz tutturmuşuz bende bin olan “çapalı karşıda” sessizlik orkestrasının zilleri olarak hayatta haytalar!
-Biraz daha okusak!
-Yedi ceddine okudun zaten!
“Gümbürt” diye bir ses geldi, ağır. “Sağır mısınız” dediler sığırlara. Ağır anladılar, oysa “biz kahır dediydik” diyorlardı etik yerine ahır zuhur edenler. O sese rağmen hala düşmedi gökten üç yıldız bir elma!
-Sezgisel ezgileri duyuyoruz! “delirium”dan muzdaribiz!
– Uzvuyla davranan umuduyla ağlar
Gece bir yandan esiyordu o pencerenin açıldığı denizde ruha sufle veren bilinç eşlik ediyordu ona. Zincirlerle yürüyorlardı beyindeki hücrelerine karanlık sessizler göz kapaklarından hallice nineler milim ellerinde “kay” bulurdu onu sisle. Zihinlerde dağıtan politik abluka hücrelerinize “bir ben biz bin’e “baktığın yerden gördüğüm kareyi kes!” derdik! Yukardan kırılı yarıların altında yükselen öfkenin ifadesi olarak cereyan eden ne de güzel der olmayana “ne derece yan!” Zaman geçti!
Allah Dresden’e hava saldırısı vermedi, Tesla Bobinini sararken çift saatli olmayan aklın eleştirisi…