İdamın ya da İntiharın Uzun Olmayan Tasviri
(DOLABIN İÇİNDEKİ GÖZLÜK YA DA SAAT)
Aşkın Yücel – askin@solucanfanz.in
2011-2014
“Kör karanlık. Soluk alıp vermekten mi soğuk havadan mı belli olmayan buharlaşmış camlar. Elini yatağın yakınındaki sehpaya uzatmaya çalışıyor, çalıştım.” C.Ş.
Üç bölmeli dolabın her rafında bir kibrit çöpü kalmıştı kiraladığı evi temizlemeye giriştiğinde; en azından gördüğü manzara buydu. Neden ve nasıl bu köhne kasabada bulmuştu kendini; bulutlar hep kiremit rengi; insanlar astım; bitkiler gri, su ise kahverengiydi. Tüm renkler ve canlılık yorgun argın eve dönüşte montla uyunan bir kanepede kalmış olmamalıydı, en azından. Gökyüzünde akşamdan kalma bir kızıllık ; tedirgin kuşlar ve kediler ve sonrasındaki sarsıntı ertesi bir toplu taşıma aracında uykuda olabileceği gerçeği beyne ulaşmak üzereyken pıhtılaşan kan gibi yapışıp kalmıştı hayaline. Montu terden sırılsıklam uyandı; elleri yakındaki sehpada su aradı.
Kör karanlık; rüyasında en ufak bir ışık bile ona güneşi getirebilirdi. Elini uzattı camları buğulanmış odanın ortasındaki sehpaya; gözlükleri yoktu. Sehpanın üzerini taradı elleriyle, gözlüklerini bulamadı. Işığı açtı, perdeleri açtı. Odasındaki en ufak ayrıntıyı uçurumun üzerinden okyanusa bakarken bile hatırlıyordu. Tüm ayrıntıdaki kuytu köşeye baktı, yoktu, bulamadı. Üzerine sarı hırkasını geçirip, doğrudan sokağa açılan kapıdan çıkıp; şemsiyesini açtı yağmura karşı. Kaldırım taşlarının arasından yağmur suları şehrin altına doğru akıyordu. Önemsemeden yürüdü.
Montunu hemen girişteki askılığa iliştirdi; gözlerini ovuşturdu. Kanepeye oturup başını ellerinin arasına aldı. Bir an uykuya dalar gibi olduğunda; keskin parlak bir metalin camı kırdığını gördüğü gibi uyandı. Hızla iki üç adım atıp montunun ceplerini karıştırdı. Yoktu.
Bu kadar çaba; onca yıl ve uğraş; oluşturulan bilgi hazinesi bir gecede uçup gitmişti. Her zaman olduğu gibi camı kıran o keskin parlak metali düşündükçe beyaz bir tüyün havada salınışı gözünün önüne geliyordu. Tam tüye dokunacağı anda gözleri açılıyor. Mont, yağmur ve kırık kapı zihninin kilidinin asılı olduğu zincirinin halkaları gibi birbirlerini tamamlıyordu. Derin bir soluk aldı; mutfağa gidip çay demledi. Çayın suyunun kaynayışını bir an bile kaçırmadan izledi ve elinde ince belli çay bardağı ile salondaki kanepeye döndü. Sigarayı bırakalı neredeyse on yıl kadar olmasına rağmen tereddüt etmeden arkadaşının unuttuğu tütünden bir sigara sardı ve öksürüğe boğularak bir nefes çekti.
Uzun zaman önce bir sahil kasabasının namlı şarapçılarından biriyle balığa çıktığını hatırladı. Sakallarını sık sık okşayan bu adamın bir çorap söküğüyle başlayan hikayesini hatırlamaya çalıştı. Aklında yalnızca çorabın tabanının örümcek ağına benzediği kalmıştı ve bir de hiç bir şey için acele etmemesi öğüdüyle birlikte oltayla çekilen balık. Araştıracaktı.
Kapıdan çıktı; yağmur iyiden iyide bastırıyordu. Cebindeki son kalan parayı yoklayıp geçen taksiye el etti. Taksicinin tüm diyalog çabalarını yanıtsız bırakarak büroya ulaştı. Evet, cam kırıktı ve bilgiyi depoladığı hiç bir araç artık orada yoktu; dahası yedekleri bile alınmıştı. Duvardaki saate bakakaldı. O kadar uzun süre baktı ki gözlerinin yaşardığını yanağından bir damla süzülünce fark etti. Saatte bir gariplik sezdi. Duvardan yavaşça aldı. Tek kalem pilin takılı olduğu mekanizmayı incelerken bir kablo fark etti ve saati hediye eden arkadaşını düşündü. Büroya ilk geldiğinde yalnızlıktan dem vurmuştu; uzun uzadıya hayatından bahsetmişti. Geride öyle bir his bırakmıştı ki sanki hiç yaşanmamış bir hikaye anlatmış gibiydi. Acaba o olabilir miydi? Yıllarca bu saatin nereden geldiğini hatırlamayışının nedeni arkadaşının yalan söylemiş olması olabilir miydi? Evet; öyle olmalıydı. Sonra o temizlikçi; neden o kadar pahalı sigara içiyordu ki? Bir anda yerde bir izmarit gördü; oysa büroda sigara içilmiyordu. Şimdi her şey açık ve netti. Saati hediye eden arkadaşı da temizlikçi de “e” harflerini açık telaffuz ediyordu. Acele etmemeliydi.
Bürodan çıktı yalnızca kır pidesi ve çay satan köşedeki mekana yöneldi. Bir çay söyleyip; hava soğuk olmasına rağmen dışarıdaki masalardan birine çöktü. Nereden başlamalıydı? Temizlikçi, evet temizlikçi nereden çıkıp gelmişti. Bugüne kadar tüm işlerini kendisi gören biri neden ve nasıl böyle bir hizmet satın alabilirdi ki? Çayı getiren garsonun cep telefonu çaldığında; bir an elini montunun cebine götürdü. Oysa ki bu onun cep telefonu melodisi değildi. Peki neden elini refleks olarak cebine götürmüştü? Çayından bir yudum alacakken aklına eski cep telefonunun melodisiyle garsonun cep telefonunun melodisinin aynı olduğu geldi ve promosyon için bir temizlik şirketinin kendisini aradığını hatırladı. Nasıl da güzel bir gündü; vapurda karşılaştığı ortaokul arkadaşıyla o kadar güzel sohbet etmişlerdi ki tekrar etmek için sözleşmişlerdi. İkisi de mutsuz birlikteliklerini bitirmek üzereydiler. Ona bir çiçek almak için uğraştığı gündü; o promosyon telefonun geldiği gün. Günler boyu kaçamak sevişmeleri geldi aklına ve sonradan ortadan kayboluşu kadının. Yoksa? Hayır, canım. Acele etmemeliydi. Önce temizlik şirketinden başlamalıydı. Çay tabağına gereğinden fazla bozuk para bırakarak; açık internet cafe aramaya koyuldu. Temizlik şirketinin 7/24 müşteri hizmetleri olduğunu öğrendiğinde; telefon numarasını ivedilikle yazıp; internet kafeden ayrıldı. İlk bulduğu kontörlü telefondan, bas-konuş tuşuna basarak müşteri hizmetlerine bağlandı. Adresini verip; kendisine gönderilen temizlikçinin adını soyadını ve telefon numarasını öğrendi. İvedilikle kendisine verilen telefonu aradı; telefon çalmaya devam ederken açılmışçasına bir ses geldi :
“Sen Mesut’un neyi oluyorsun?”
Kesik kesik gelen çevir sesi devam etti; telefonu açan olmadı. Peki duyduğu bu soru nereden gelmişti? Çiçek siparişi vermek için telefon numarası aradığı günü yeniden hatırladı; temizlik şirketinden gelen telefonu ve orta okul arkadaşını…. Vapurda karşılaştıklarında nasıl da birden bire iyi gitmeyen birlikteliğinden bahsetmeye başlamıştı ki… Yoksa? Hayır, canım. Temizlik şirketini tekrar aradı; bu sefer adeta uykuda olan bir ses yanıtladı:
“En-Te” teemizlik şirketi; buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?”
Bir an konuşmak için duraksadı. Telaffuzda yine o açık “e” ile karşılaşmıştı.
“Sensin!”
“Buyrun?”
Telefon kapandı. İnternet cafeye dönüp, temizlik şirketinin adresini öğrendikten sonra hızla istasyona yürüyüp trene bindi.
Pulmanda karşısında oturup gazete okuyan kadına baktığını fark ettiğinde donakaldı. Oydu, orta okul arkadaşı…
Ona anlatmaya çalıştı:
“Bugün. Yok bugün de değil aslında dün. Yok yok dün de değil, önceki gün. Yürüyorum, önümde gölgem. Sağ tarafımda bir gölge gördüm. Yok yok, gördüğümü sandım. Yok sandığımı sandım. Sanki benim gölgem, onun gölgesine ateş edecekmiş gibiydi, mazgala bastım, bir silahın tetiğine basılmış gibi bir ses çıktı. Ve yalnızca bir şey, yok yok yalnızca şey…Aslında bir açıktı!”
İzo treni, gece yarısından iki saat önce yani uzlaşılan zaman ölçüsüne göre saat yirmi iki’de Eng’ten kalkıyor ve İzo’ya gidiyordu. Her zamanki gibi ben ve o, yok yok biz; hayatımızda ilk defa o trene biniyorduk.
Trende pulman koltukların bulunduğu vagon bu mesafeyi alabileceğiniz yani Eng’ten İzo’ya en ucuza gidebileceğiniz vagondu. Her şey son derece olağan ve anlaşılabilir gözüküyordu. Ta ki o uzun boylu ince zenci gelip de oturduğu koltuğun kendisine ait olduğunu iddia edene kadar. Zenci, ısrarla biletini görmek istediğini belirtiyordu; neyse ki durum anlaşıldı ve zenci kendisine ait koltuğa ilişti. Yüzü bu vagona dönük tek koltuktu oturduğu koltuk ve yolculuğun son durağı yaklaşık 4 saat mesafedeydi. Orta okul arkadaşı kendisine anlamsız anlamsız bakarken; tren hareket etti. Belli bir yaşanmışlıktan sonra konuşmak çok da anlam taşımayabiliyor. Karşısında oturan orta okul arkadaşı uykuya dalmıştı bile. Biletini görmek isteyen zenci, kendisinin hiç anlayamadığı lakin bildiği yabancı dillerle benzerlik gösteren bir dilde yanındakiyle diyaloga başlamıştı. Durmadan konuşuyorlardı, belli ki yanındakiyle henüz tanışmışlardı. Bu, eng’ten kalkan ve izo’ya giden trenin en ucuz vagonunda yüzü trenin gittiği yönün tam tersine doğru olan koltukta oturduğundan vagondaki herkesi görebiliyordu. Önce kendisinin biletini soran zencinin konuşmalarını anlamaya çalıştı; sanki kendisinden bahsediyordu. Acaba karşısında uyuyan orta okul arkadaşının bu konuyla bir ilgisi olabilir miydi? Yok canım, hayır. Bir anda çevreye süzerken vagondaki insanların birbirini tanıdığı sonucuna vardı. Evet, sanki belli belirsiz işaretler yapıyorlardı birbirlerine. Şimdi anlamıştı! Bu saatte trenin bu vagonunda bir soygun gerçekleşecekti. Ota okul arkadaşını haberdar etmeliydi. Evet, hemen arkadaşını uyandırıp ilk durakta atlamaları gerekiyordu. Vagonu gözleriyle taramaya başladı, vagonda bulunanların çoğunun birbirleriyle olan ilişkileri sezilebiliyordu. tedirgin bir çift gözüne çarptı, onlarda muhtemelen durumdaki garipliğin farkına vardılar. Tam bu çifti incelerken başka biri gözüne çarptı, sarı kırçıl arası saçları gözünde gözlüğüyle orta boylu bir adam… Arkadaşını uyandırmaya hazırlanıyordu… Zencinin konuşmalarından belli belirsiz birşeyler anlıyordu; kesinlikle kendileri hakkında konuşuyordu. Dil; bir çok dilden nüveler taşıyordu lakin neredeyse hiç birisi değildi. İlk duraktan hemen önce bilet kontrolörü vagona girdi; demin gözüne çarpan arkadaşını uyandırmaya çalışan adamdı kontrolör ya da ikizi… Şimdi daha da netti, az önce gözüne çarpan adam üniforma giyip vagonu kontrole gelmişti. O da bu işin içindeydi; sıkı bir soygunun ortasına düşmüştü. Tedirgin çift gibi başka kurbanları görmeye çalışıyordu. Sıradaki durağa çok az kalmıştı. Valizlerine göz attı ve tedirgin çiftin de hazırlandığını gördü. İlk durakta atlamalılardı bu trenden. Derken aklına durakların bu saatte ki ıssız hali geldi; aslında soygun trenden durakta inince gerçekleşecekti. Tüm bunlar vagondaki kurbanları tedirgin etmek için tasarlanıyordu. Bu da o vagondan indirme planının bir parçasıydı. Kesinlikle gidip onlarla konuşması gerekiyordu; lakin tedirgin çifte dur diyemeden, çift trenden indi. Tren tekrar hareket etti. Çevresini yeniden süzmeye başladı. Tren penceresindeki yansımadan karşısında uyumakta olan orta okul arkadaşının tam arka koltuğunda oturan ve zenciyle birlikte trene binen adamın yansımandan kendilerini izlediğini farketti; durakta inmeyerek iyi yapıp yapmadığını dahi düşünecek halde değildi; zira tehlike geçmiş değildi. Kendisine yakın tarafta hindu bir ailenin vagonu zeminine uzanıp uyumak için yer hazırlamasını izledi; yavaş yavaş herkes uykuya hazırlanıyordu ve zenci hiç susmuyordu. Yoksa; kendilerini uyutup enjeksiyon mu yapacaklardı? Bir taraftan yansımadan kendilerini izleyen adama göz ucuyla bakıyor bir taraftan vagondaki işaretleşmeleri çözmeye çalışıyordu. Olası bir enjeksiyona engel olmalıydı; uyumaması gerekiyordu ve arkadaşından uyanmasını isteyecekti; arkadaşı hafifçe gözlerini açmasına rağmen tekrar uykuya dalıyordu, aceleyle sandaletlerini çıkarıp ayaklarını arkadaşının kalçalarına gelecek şekilde koltuğun arka koltukla bağını kesti. Zenci yine arada kendisine bir şeyler söylermiş gibi yanındakiyle durmadan konuşuyordu; hindu aile uyumuştu; artık vagonda kurban olanlarla soygunu gerçekleştirecekleri ayırt edebiliyordu; takip ettiği o kadar çok insan olmuştu ki vagonda; takip ettiğini anlamamalarının iyi olacağını düşündü; bir taraftan da ayakları sabit kaldığından uyuşmaya başlamıştı, cebinden güneş gözlüklerini çıkarıp optik gözlüklerinin üzerine taktı ve uyumaya hazırlanır gibi yaptı. Böylece hem onları takip ettiği anlaşılmayacaktı hem de uyuduğu izlenimi verip ne olacağını görecekti.
Gözlerini açtığında öğleden sonra balkonlu yatak odasının penceresinden içeri gün ışığı vuruyordu; balkon kapısı kapalı, yatak dağınıktı. Aylar boyunca bu yatak odasında sevişmişlerdi; yıllar sonra birbirlerini bulmaları; kayıtsızca birbirlerine hikayelerini anlatmaları ve dokunuşları kadının iyi gitmeyen birlikteliğini neredeyse tamamen unutmasını sağlamıştı. Sonra orta okul arkadaşı olan bu kadın aniden ortadan kaybolmuştu; ta ki onunla trende yeniden karşılaşana değin ve şu an tek düşünebildiği bu vagonda gerçekleşecek büyük soygundan onu nasıl koruyacak olduğuydu. Karar verdi; onu uyandırıp bu kadar süredir neden ortadan kaybolduğunu soracaktı. Zencinin konuşmaları yine tedirginliğini arttırdı; yolculuğun bitmesine ne kadar kaldığını anlamak üzere saatine bakacaktı ki saati kolunda yoktu. Gözündeki gözlükleri çıkardığında karşısındaki kadının gözlerinin içine baktığını gördü; onca sevişmeden sonra ilk kez böyle bakıyordu. Kadın, “e” harfini açık telaffuz ederek “Benzin kokusu alıyor musun?” dediğinde saatine bakmak için kaldırdığı kolu öyle havada asılı kaldı. Nasıl anlayamamıştı; kendisine saat hediye eden arkadaşının sevgilisiydi; o yüzden hiç bahsetmemişti ondan. Trendeki bu karşılaşma hariç her şey planlanmıştı. Arkadaşı; büroya saat hediye etmişti; oysa içinde bir dinleme cihazı vardı; vapurdaki karşılaşma tamamen tezgahtı; onu heyecanlandıracak ve böylece temizlikçiyi rahatla büroya kabul ettirebileceklerdi. Plan, tıkır tıkır işlemişti. Hatta bu karşılaşma bile planın içinde olabilirdi. Bu trene defalarca binmesine rağmen neden bugün vagonda bir gariplik sezmişti? İzo treni, yavaşlamaya başladı; tüm sesler canlılığını yitirir gibiydi; vagondaki ışıklar açılırken aniden keskin parlak bir metal tren camına çarptı. Uyandığında elleri sarılıydı, hastane pijamasının cebinden bir tren bileti sarkıyordu; koltuk numarası doğruydu; lakin başka bir isim yazıyordu. Yeni getirilen hastanın da elleri sarılıydı; hasta da pijama yerine mont vardı ve cebinde bir tren bileti. Bir diğeri daha geldi elinde şemsiye, cebinde tren bileti; bir yenisi daha sırtında hırka, cebinde tren bileti ve biri daha elinde kibrit çöpü ve de sehpa üç ayaklı…