Cengiz Yılmaz – cengiz7yilmaz@gmail.com
Bazı anlar vardır mesela bir deniz kıyısında oturup içerken gemide gidiyor olmayı, gemide giderken deniz kıyısında olmayı isteriz. Bu öyle anlardan biri değildi, bir uçurumun kenarında karşıda adaların bulunduğu karanlık gökyüzünde çakan şimşeğin tanrının bize göz kırpması olarak değerlendirmiyordum. Virajlarla dolu berbat bir otobüs yolculuğundan sonra, bir iş için Muhittin Abi’yle beraber bir masa başında gelenlere bilgi vermek mecburiyetindeydik. Çokluk, bu iş seyahatleri üstüm olan Muhittin abi’nin cep telefonu konuşmalarıyla benim de masamıza uğrayanlara orda olmadığım halde tüm sahtekârlığım ve güler yüzümle cevap vermemle geçerdi. Yani uçurumun kenarında oturan benle, bu hijyen dolu vitrin ışıklarının parlattığı salonda masanın başında oturan benin bir mekana hapsedilmişliğini yaşıyordum. Muhittin abi’nin bitmek bilmeyen konuşmalarından bir an için sıyrılmak için salonun balkonuna sigara bahanesiyle kaçtım; hiç sevmediğim halde sigara içer gibi davranıyordum, sırf bu kendimle yalnızlık molalarının bahanesi olsun diye… Balkonun takdire şayan bir deniz manzarası vardı, sigara içmek istemiyordum, yalnızlık molamda yalnızca ufku seyre dalmak yetecekti bana biraz da oksijen… Derken yalnız olduğu düşündüğüm balkonun köşesinden bir ses duydum:
-Hey!
İrkildim ve o yöne baktım.
-Ne kadar da dalgınsın?
-Şey ben.. öhööö…
Karşımda döpiyesli lakin sol omzunda dövmesiyle ve sağ yana uzamış sigarası ve bakışlarıyla hiç de ait olmadığı bir mekanda bulunuyormuş hissini taşıyan bir kadın yanıma doğru geldi ben öksürmeye devam ederken.
-Seni izliyordum.
Sigarasını balkondan aşağıya fütursuzca ve orta parmağının tırnağını kullanarak fırlattıktan sonra :
-Beni bu saatlerde ara yarın mutlaka, nerede tanıştığımızı sana hatırlatacağım.
Telefon numarasını hızla söyledi ve tam içeri girerken son bir bakışla telefonu kaydettiğimden emin oldu. İçim bilinmeyen karşısında ki o garip huzurla doldu. Molamı uzatmadan masaya geri döndüm. Çantasını karıştırmakta olan Muhittin abi’nin sinirden soğuk soğuk terlediğini gördüm.
-Şarj aletini getirmemişim. Bu izbe kasabada Pazar günü nereden bulacağız şarj aletini, konuşmam yarıda kaldı. Seninki ince uçluydu değil mi?
-Evet abi. Peki pilleri uyar mı?
Telefonun pillerini çıkardık, uydular. Böylece geceye kadar muhittin abi 3 defa telefonun pilini bitirip benim telefonda şarj etti. Gece bu tip sahil kasabalarına iş için gelmenin en güzel yanlarından biri olan rakı-balık sofrasına oturduk. Gözlerim onu arıyordu, hayal kurmamaya çalıştıkça gözümün önünde daha fazla canlanıyordu. İlerleyen saatlerde dayanamayıp arama yapmak için telefonumu kapatmaya çalıştım, kapama tuşu çalışmayınca, pilini çıkarıp cebime koydum. Bir litre rakıyı yuvarladıktan sonra susuzluktan kavrularak ayakkabılarımı bile çıkarmadan yatağa attım kendimi. Sabah zor da olsa uyandım, Muhittin abi dün tüm işleri ayarlamış bugün masa başında oldukça sakin bir gün geçirecektik. Kafam çatlayacak kadar ağrıyordu, duşa girdim, içine bir dilim limon konmuş maden suyu içtim, biraz yürüyüş ve demli çay iyi geldi. Öğleye doğru salona ulaştık. Masa başındaki yerimizi aldık. Gece abuk subuk aramalar yapmamak için ikinci dubleden sonra kapadığım telefonumu açmalıydım. Pilini takıp açma tuşuna bastığımda gece ikinci dubleyi yuvarladıktan sonra telefonun kapanmadığını ve pilini çıkardığımı hatırladım. Ne ahmaklık, elimi alnıma vurdum. Kapanmayan telefon aynı zaman da açılmayacaktır da.
Pis sırıtışıyla sanki durumu anlamış gibi gözüme gözüken Muhittin hıyarı:
-N’oldu kafanda filler mi tepişiyor?
-Yok abi, bi balkona çıkıp hava alayım, sinüzitim azdı galiba…
Balkona çıktım, tüm bu ufak macera buraya kadarmış diye düşündüm. Nereden tanıyordum onu? Telefonu tamir ettirebilir miydim? Niye kağıda yazmazsın ki ahmak? Tam pes edip içeri girerken, telefondan ses gelmeye başladı. Telefonun alarmı çalıyor ve ekranda telefonun açılmasını istiyorsanız yeşil tuşa basınız yazıyordu, gözlerim belerdi, ellerim titredi, macera bitmemişti, o yeşil tuşa bastım ve telefon açıldı.