erkan_che@hotmail.com Ruh-u Bed – Adana
Birdenbire oturduğu yerden doğruldu ve bütün cevaplarını bulmuş gibi bir coşkuya kapıldı. Dudağının kenarında ince bir damar atmaya başladı; sonra yüzünü gerdi ve kurtuldu. Her şeyini kaybetmiş bir insanın önüne serilen muhteşem bir var olma alanının ve olanakların sersemletici büyüsünü yaşadınız mı, bilmiyorum; ama SEL, işte şimdi bu coşkulu deli sersemlikle yüz yüze kalmıştı; kışkırtıcı bir inançsızlık ve çocuksu şaşkınlıkla.
Telefon ve adres defterini yaktı, bütün fişleri prizden çekti ve çok sevdiği bir dostuyla görüşmeye gider gibi çıktı evinden. Daha caddeye attığı ilk adımla birlikte büyük patlamayı ve yaratmayı duyumsamıştı. Sanki bu gözlerle; bu yarı açık, kaptan gözleriyle daha önce hiç görmemişti. Her attığı adım onu keşfedilesi bir değerler dünyasına çekiyor gibiydi. Tuhaf; her şey birbirinden öyle kopuktu ki ve şimdi bütün düğümleri kendisi atacaktı ve atmaya başlamıştı da.
Gözleriyle gördüğü ilk şey, caddenin karşı tarafında kavga eden iki kişi oldu. Birbirlerini öldürmek amacıyla yumruklaşıyorlardı sanki. Yumruğuyla diğerini yere yıkan uzun boylu ve iri adam, çok önemli bir vuruş yapacakmış gibi bir-iki adım geriledi ve işte tüm gücüyle diğerinin sol kulağına doğru öyle sert vurdu ki kendisini bu gücün yanında zayıf hisseden 1üm seyirciler geri çekildi. Yerde yatanın artık tamamen etkisiz hale geldiğini görenler anlaşılan bu adamın geriye kalan öfkesinden pay almak istemiyorlardı.
-“Bu adamı böylesine öfkelendiren neydi? Yoksa bu sadece bir istek miydi? Diğer adamın son darbeden
önce yaşamaya devam edip-etmemesini tamamen kendi tercihine bağlayan bu adam nasıl biriydi?”Gözlerini iri adamın üzerinde gezdiren SEL, sanırım artık onu unutamayacak kadar ayrıntıyla zihnine kazımıştı.
Soluna döndü ve yürümeye başladı. İnsanlar sağından ve solundan geçiyorlardı. Yüzlerinde ortak bir ifade varmış gibi geldi SEL’ e.
-“Bütün yüz ifadeleri aynı bakışın türlü şekil almaları gibi; sanki yapmamaları ve yapamamaları imkânsız bir işi az sonra yapacaklarına dair derin bir inancın güvenilirliğini görüyorlar ve adımları onları her nereye götürüyorsa orada mutluluk kaçınılmaz bir son gibi askıda bekliyor olmalı.”
SEL, bunları düşünürken acaba kendisi nereye gidiyordu?
Bir mağazaya girdi. Her yerde rengârenk giysiler asılı; düzenli, sırıtkan ve paralı. Bütün raflara dikkatlice, tek tek baktı. İnsanları giysi seçerlerken izledi. Derken bir tezgâhtar;
Yardımcı olabilir miyim? Dedi. SEL, boşalmış bir odanın eski düzenini anımsamaya çalışır gibi baktı tezgâhtarın yüzüne.
“Açıkçası ben hangi konuda yardıma ihtiyacım olduğunu bilmiyorum”, dedi ve sağına dönüp mağazanın çıkışına yöneldi. Tam çıkmak üzereyken geri döndü ve yardım teklifinde bulunan tezgâhtarı buldu;
“Sanırım yardım edebileceğiniz şeyi siz bulmalısınız.
Bakın, ben dışarıda sizi beklemek istiyorum; ama buluşmak size kalmış”, dedi ve hızla soluna dönüp ilerledi.
Tezgâhtar, gelecekteki kötü bir olayı önceden görmüş gibi donakaldı bir an; sonra görmüş olmanın güveniyle çözülüverdi.
Dışarıya çıkar çıkmaz, mağazadan meraklı gözlerle çıkan birisi tarafından rahatça görülebileceği bir yer aradı; bulamayınca mağaza girişinin tam karşısındaki gri duvara sırtını dayadı ve beklemeye başladı. SEL, elleri boşlukta ve gözleri sokakta öylece, saatlerce, bıkmadan bekledi. Yaklaşık dört saat. Mağazanın ışıklarından biri sönmüştü ki kapıdan tezgâhtar çıktı. Uzun ve örgülü sarı saçları pekte hoş görünmüyordu ama yüzünde kuralları çok iyi bilen bir oyuncunun ifadesi vardı. Belki de SEL, bu oyunu oynamak için yardım arıyordu? Tezgâhtar görmediği şeyin yok olduğuna inanıyor gibi başı önde hızla ilerlemeye başladı. SEL, olduğu yerden, gittikçe küçülen tezgâhtarı izliyordu; gittikçe küçüldü, küçüldü. Artık yoktu. Ne dört saat, ne tezgâhtarın örgülü sarı saçları, ne kısacık diyalog ne de mağaza; artık ‘yok’ vardı, bir de garip bir yaşamda, garip bir zamanda, garip bir düş gibi SEL’ in peşinden gelen ‘giz’.
Gittiği yönde yürümeye devam etti. Sonra yüksek bir binanın önünde durdu ve “Bu yükseklik, diptekini hor görüyor”, diye söylendi, kısık bir sesle. Sonra yoluna devam etti.
Sürekli ağarlaşan bir yük taşıyordu sanki kim bilir? Cadde boydan boya ışıklı, boydan boya canlıydı. Bir ruh vardı şehri saran; insanın verdiği ruh olsa gerek. Her insan bir parçasını -“yaşam”ından- yaşadığı yere verir. Bu istemli olmasa da böyledir ve şehirler, ülkeler ve dünya böyle yaşayıp gider. Ve öyle bir şeydir ki bu, insanların sonlu yaşamları sonsuz bir yaşamı bahşeder evrene. İnsan çaresizdir artık ve verdiği parçayı geri istemek yerine verilen tüm parçaları arzu eder. Sonsuz yaşamı ister sürekli. Çırpınır bunun için; kendi içini kemiren bir çırpınış ve eylemi, başka yaşamların üstünde ki güç olarak görür. Güç, sonlu bir zamanda insanı tanrısallaştıran tek yoldur. Ve sonlu güç, sonsuz yaşamın tek çaresidir. Bir avuntu mu demeliydim? Kim bilir?
Bir yığın ses vardı caddede; şamatalı, boğuk ve stresli. Bir dilenci önünü kesti ve tehdit edercesine yardım istedi. SEL;
– “Senin yükün bana ağır; yükler hafifletilebilir, Benim yüküm bana ağır; kimse alıp götüremez” gibi garip bir sözü bir çırpıda söyleyiverdi. Bu o kadar çabuk oldu ki; sanki verilen bir rolü ustaca oynamışlardı. Sol eliyle dilenciyi kenara itti ve yürümeye devam etti. Tam karşıya geçecekken önünden hızla geçen bir araç, saçlarıyla oynadı. Gülümsedi bu oyuna; bir adım daha atmış olsaydı, kendisiyle oynanacaktı. Anlık ve sevimsiz kısa bir oyun ve perdeler çekilecek, sahne kararacak, insanlar evlerine dönecekti.