Şenol Erdoğan – Kadıköy / senolerdogan77@yahoo.com
“Baudrillard (bkz; Jean Baudrillard) insanlara doğru şeyler mi söylüyordu bilmiyorum ama bir takım insanların sandığınca zor şeyler söylemediğini biliyorum.” cümlesini, uykusu yolunu sanki bir daha bulamayacakmışçasına yitirdiğinde (ya da o öyle sandığında), mevsime nazaran sürreal bir şekilde hâlâ ayakta (saksıda) duran (yaşayan) fesleğenin yaprakları arasındaki kurumuşlukları toplarken, umarsızca söylediğinde: aklında sadece başka bir saksıda yetişmişliği söz konusu olan iki dize vardı, tam olarak anımsayıp anımsamadığına emin dahi ol-a-madığı :
“kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde…”
Yıl kaç idi? Gerçekten unuttum-mu. Belki 70…doğmama az sene mi kalmıştı, yoksa yaklaşık kırk küsür sene evvel miydi doğmuşluğum… Frisco’nun aşağılarında (öteki insanların ifadesiyle San Francisco’nun aşağılarında) yürümeğe başlamazdan -az- evvel…
Gerçekten çok az kişinin varlığından haberdar olduğu, varlığı yok bir tren yolu hattı vardır Frisco’dan eski New York’a uzanan. İşte oralarda bir yerde sığındığımız ve sığındıklarımız arasında içinden çıktığımıza (çıkmak zorundalığımıza) gerçekten tek üzüldüğümüz, kocamanlığına rağmen kulübemsilik hissiyatını bakan her göze veren, bol saksılı o evin içerisinde B’nin tarifini verdiği, içimi doyumsuz (bkz; soğukta çorba içmek) çorbalarını W’nin popartımsı kupalarında gelecek jenerasyonların plastik hatıralarına daha uzun yıllar varken içe durduğumuz gece (bu esnada içeriye M girdi: ve çok donuk bir ifadeyle A ile birlikte kedileri üzerine bir 8 mm çekme fikrini anlattı, bir daha onu görmeyecektim evin içerisinde, lakin yaklaşık 60 yıl sonra Kadıköy’de bir binanın çatı katında, soğumaya başlayan bir yaz sonunda küçücük bir ekrandan çok uzak diyarlardan gelmiş bir CD kaydını izlerken bunun o film olduğunu anlayacak ve mutfaktan gelen ayak seslerinin Maya’ya ait olduğunu düşünecektim.) dönmeye başlayan bir film bu yazıyı görünür kılmaya sebep oldu diyebilirim.
Deleuze, insanlara “görüntü”ler hakkında her ne söylediyse ve insanlar bundan her ne anladıysa adımız gibi emindik ki kimse “balkon düşleri”ni anımsatan bir intiharın gerçek görüntülerini kağıtlara asılı kalmış kültürel zırvalara yeğ tutmazdı. Oysa o gün, çok az insanın kokusunu duyumsayabildiği bir yağmurun doğacaklık sancısı bir bulut kümesinin rahminde acılara sebep olmaktaydı, şöyle demişti adam: “burası çok dar.” Hoş geldin Deleuze, şöyle geç, bak içerde kimler var, rahat hissettiğin bir yere otur, kendine içecek bir şeyler al.
Bazı insanlar bazı insanların üretkileri üzerine yazmazdan önce ya da sonra bir şekilde ölürler, zaten hep ölüdürler, kağıt ya da pelikül her neyin üzerine kazımışlarsa kendilerini, koklamayı bilen her burun için çürük kokacaktır bu nesnelikler, yaşam sanısının ölü-m kokusu.
“Yaşamın tüm yönü farklılıklardır, değişimler sergileyecektir” diyen bir adamın “görüntü” üzerine kafa patlatması ve sonra düşmenin kazanılması mecbur ivmesiyle kafasını daha somut olarak patlatması çok olası bir durum.
Sinematografinin imgelerle düşünen ölü doğası, neden birinin, birilerinin bu denli ilgisini çeksin ki, imgelerle düşüneduran bir zihnin varlığı bize en “pure” sinemasallığı veriyorken.
O esnada içeri giren ipsiz, elindeki mor şişeyi sertçe masaya koydu ve: “Vertov götü de yalancının biriydi zaten” dedi. Aynı anda yeryüzü kentlerinin birinde bir ekranda bir Vertov filminin tüm aldatmacası gözler tarafından emilmekteydi muhakkak, diye düşündüm, bir an ipsizi unutmuştum, ama sesi odanın boşluğunda yerçekimsizce dolaşmaya ve kulaklarıma değmeye devam etmekteydi, Vertov’a fena kızmıştı sanırım: “…olduğu gibi göstermekten” bahseden ve gözün eşsiz kullanımını irdelemekten yoksun olan algı habersizi bu adam ortaya attığı kendi göz argümanını kendi ayaklarıyla çiğniyor dostum!” dediğinde gözlerinin bana bakmadığını, elinde tuttuğu kitabın kapağındaki adama doğru seslendiğini gördüm, devam etti: “Lenin için üç türkü”sünde görmüyor musun olanları, kameranın gözüne nasıl da o yıkanmış beynini yapıştırıyor, alt yazılarıyla nasıl yıkıyor kendi rejimini…”
Şayet o tanımadığım -?- adam gelip de onu vereceği konferans için hazırlanması gerektiği hususunda uyarıp götürmeseydi sanırım anlatması gerektiğine inandığı çok şeyi vardı daha.
Aklım karışmaya başlamıştı bu tuhaf ve de uzun gecenin ortasında: etraf gitgide kalabalıklaşmakta, gölgeler somutlaşmaya yüz tutmaktaydı. Elim radyonun düğmesine gitti (bkz: gecenin orta yerinde ansızın ve dahi anlamsızca radyo açma istemi), açtım, sustum: (gecenin orta yerinde anlamsız ve dahi istemsiz bir şekilde radyoyu açtığınız vakit yapmanız gereken en yegane şeydir susmak) “duyuları standartların ötesinde algılamak sadece peliküler bir dünyanın mümkünlüğü değil elbet” cümlesini kuran, boğuk sesli adamın olabilesi tipi üzerinde kurgular yaparken zihnim (başka bir formatı için bkz; lolipop seven kızların, seslerinden fazlasını tanımak istedikleri radyo DJ leri için tipoloji kurgulamaları) kulaklarım ihtiyar radyonun (1910-?) genç istasyon frekansına kesilmiş, devam ediyordu duymağa: “…bazı delilik formları duyuların, gerçek doğalarında oldukları gibi alınması noktasında doğal işlevlerini sürdürmektedirler, bir anlamda bir çeşit delirme noktasından bahsedebiliriz lakin bu “delirme” kelimesini insanlığın sözlüğünde yer tuttuğu anlamda kullanmadığımızı bilmeyen varsa radyosunu kapatsın lütfen, yanlış istasyondasınız.”
“Ne demek istiyorsun” diye telefonu açmazdan birkaç saniye evvel; elim, yüzümü gülümsemeye götüren bir-iki kitaba dokunuyor, anlık duralıyorum: her şeyden, bu tuhaf-?- geceden, kentten hemen kopmak, uzaklaşmak (bkz; kentten uzaklaşıp ekolojiye bağlama istemi) ve mısır püsküllerinin doldurduğu tarlanın alt tarafında akaduran çayın kıyısına inip, taze inek boku kokuları arasında çiğ yemiş yeşilliklerin içinde çıplak ayaklarım üşüyerek belki de yüzüncü kez okumak istiyorum bu kitapları(bkz; okumasını bilen! herkesin yüzüncü kez yeniden okumak isteyeceği birkaç kitabı vardır elbet). Öyle olmuyor ama bu iki saniyelik süreç beni ulaşmam gereken vakte ulaştırdığında, yeşil renkli ahizeyi elime alıp numaraları ağır ağır çevirmeğe başlıyorum.
Ben daha ağzımdan çıkabilmesi olası kelimenin hiçbir harfi için dilimi döndürmemişken o mor bir ruj lekesinin silinmiş soğukluğuyla birazda kasıklarımın tinini okşarcasına başlıyor dudaklarını oynatarak kelimelerini cümleleştirmeğe: “filmik kurgunun aynılığını kenara koymaktan bahsediyorum ben, daha ileri uçsuz bir kurgunun mümkünlüğünü insanlar nasıl fark edemiyor dahası bunu yaşamıyorlar anlamıyorum” diyor ve devam ediyor: “kolajlar yapmanın mümkünlüğü bize küçük bir örnek, Tzara şiirlerini sahnelerken teatralliğin yapaylığından çok uzaktaydı zihni. Bak!: liserjiğin ne şekilde doğal olarak, başka formlar kılığında vücut tarafından salgılandığını bilmiyor değiliz, bunu harekete geçirebilecek insan sayısının azlığı dünyanın böyle ahmak bir ahır olmasını sağlıyor. Yaratılması mümkün herhangi bir evrendeki olabilirliklerin tümü yaşamımızın küçük gerçeklerinden biri sadece…”
Şu bizim ipsiz, bu sefer elindeki şişenin hapsettiği tüm sıvıyı tüketmiş bir şekilde kendini kaybetmişçesine odaya girdi ve elimdeki yeşilimsi ahizeyi alıp telefonu kapattı, gözlerime hiç bakmadan ama sanki gözlerimin içine bakıyormuşçasına konuştu: “göz yetersiz değil, aksine aşkındır. Yetersiz olan tek şey insanın yeterliliğine varamayışıdır.”dedi.
Balkon kapısı gıcırtısıyla bir sahip olduğu aralığı fazlalaştırdı, griye çalan beyaz tül bana çamaşır makinesini anımsatırcasına rüzgarı içine alarak şişti. Balkona baktım, kimse yoktu. Bulutlar hâlâ yağmuru doğuramamanın sancısını vajinalarının ağzında taşımaktaydı.
Vagonda gözlerimi açtığımda dudaklarım anlam veremediğim bir dildenmişçesine melodisiz kıpırdanmalarla mırıldandılar…kompartmanın camına başımı dayamış bir vaziyette, elimde tutuğum kitabın içine dalarak kaybolma istemine sahipti gözlerim: elimdeki kitaba daldı gözlerim (bkz; kaçınılmazlık) bir karpuz diliminin ne kadar früktoz şekeri ihtiva edebileceğini düşündürttü kitap bana. Yağmur bir şekilde yağmamaya tutunmuş, vagon tüm tren vagonları gibi ontolojisine ait bir hüzünle lokomotifin peşi sıra akıp gitmekteydi, diğer kente… gözlerim zaman ve mekan ikilisinin klişe sanrısı içinde yeniden kaybolmayı denemekteydiler: o esnada kapı açıldı ve Jon odaya girdi. Yüzündeki o ciddi gülümseme dudak bitimlerine yerleşmiş, sütünü daha yeni içip bitirmiş bir yavru kedinin huzurlu görüntüsüne sahip, “Leennn” diye seslendi uzatarak, bu esnada beklemeden mutfağa doğru seyreltti, bir süre sonra elinde turuncu, üzerinde yeşil ve sarı kocaman bir papatyanın yer aldığı kupası içi çay dolu olarak geri geldiğinde, eprimiş koltuğun kolçaklarından dışarı sarkmış pamuk ve bez parçaları arasına karışmış ellerini birbirine kavuşturmuş şekilde boşluğa bakarak oturan (bkz; boşluğa bakarak oturmak, hatta bkz; boşlukta çiçek yetiştirmek, boşlukta düzüşmek vs…) Len’in yanına vardı, “duymadın mı” diye yeniden seslendi, Len doğrulur gibi bir hareket yaptı, o esnada anlam veremediğim görüntülerin belirginleştiği televizyon ekranın bağlı olan videodan büyük ihtimalle Yoko’ya ait olduğunu sandığım flux kareleri gözüme değmekteydi,
“Ah Jon..” dedi Len
“Selam”, “çay ister misin” diye sordu Jon
“Aaa iyi olurdu” dedi Len.
Suskulu çay mevsiminin başlangıcından önce son duyulan seslerdi bunlar. Mutfağa yanıma gelen Jon, yarım kalmış bir konuşmaya devam edermişçesine konuşmaya başladı(bakınız yarım bırakılmış bir konuşmaya karşı onu tamamlamak adına duyulan özlem): “görüntü-ler” dedi, “algının ardı coğrafyasıyla sanıldığı ve ilintilendiği kadar iç içe geçme gücüne sahip değil. Bolex, senin gidebildiğin en son yer neresiyse oraya dek varabilir, sen durmuşsan o da durmuş demektir.” “Göz” dedi, “var olan tüm lenslerin rahim bahçesidir.”
Jon öteki çay kupası-da- elinde, bizim rengi kaçmış (ama gene de yeşile bakan) eprik koltuğunda (artık gömülü değil) oturan Len’e doğru yürüdü, aralarında (üzerine çay kupalarını ve diğer ıvır zıvırı koydukları) kahverengi, kaplamaları dökülmüş, küçük bir sehpa durmaktaydı. Len, elinde tuttuğu içi dolu sigarasını (bkz; ülke topraklarımızda yaygın kullanılan adıyla “ot”) parmaklarının yorgun ritmi arasında dolaştırdıktan sonra, ağırca dudaklarına götürmezden önce, gözlüklerini çıkarıp gözlerini uzun sayılabilecek bir süre ovuşturdu, hafif kızaran ve daha hafif nemlenen gözlerine gözlüklerini tekrar yerleştirip içi dolu sigarasını yakıp iyice asıldı (bkz; ciddi anlamda derin nefes çekmek), şekersiz olduğuna gereksiz bir şekilde emin olduğum sıcağa çok yakın çayından küçüğe daha yakın bir yudum alıp Jon’a döndü: “Biliyor musun Jon, imgelerin gerçekliğinden haberdar olmayan bir toplum, inançsız bir toplum var dışarıda, sanılarına gerçek diyen ve gerçeği bilmeyen. Bu adamlarla hiçbir şey yapılmaz ki oğlum.”
“Bizim için yaparız o halde” diye söze girdi Jon, “öteki insanlar için: öteki şeyler, öteki kitaplar, öteki filmler, öteki müzikler, öteki fanzinler…”
Kapı çaldı. Tedirgin ruhlar an içinde bakıştı-k, kapıya yöneldim ve bu yönelim esnasında kapının yerini bilmediğimi fark ettim, zil tok sesiyle birkaç defa daha tınladı… tanıdığıma emin olduğum ama yüzünü bilmediğim adam, kentin yağmurunda boğulmuş olan şemsiyesinin sularını silkmekle meşguldü. Gülümseyerek “selam ahbap” diyerek içeri yürüdü, “çay” diye seslendim ardından, “çay” dedi arkasını dönüp bana doğru…üçüncü kupa, aynı sehpanın bildik formika uyuzu, dolmaya yüz tutan kültablası, ara sıra istemsizce birbirine dokunan (bkz; istemsizce birbirine ya da birine dokunmak) porselen kupaların tınırtısı…
“Nerdeydin” dedi Jon
“Frisco ahbap” dedi Yağmur Adam
-Otostop mu?..
-Yoo diil, otobüs…
Kısa bir sessizlik anında uzun bir süre elindeki çay kupasıyla birlikte New York yağmurunu kocaman camın buğusu eşliğinde Bolexleyen Yağmur Adam, kazağının boğazlığı altında ezilen sakallarını parmak uçlarıyla kaşıyarak sehpaya doğru yürüdü (bkz; nesneler için değişen bir şey yoktur), odada ki 8 mm tırıltısı kesilince tuhafımsı bir sessizlik oldu, sessizliğin yağmurla eşleştiğinde hüzünbazlık yaptığı anlardan biri idi (bkz; kadınsız bir ortamda dört erkeğin hüzünlenmesi tehlikesi). Sakallı Yağmur Adam, odada konuşulanları sanki doğmadan önce biliyormuş gibi bir yüz ifadesiyle Jon ile Len’in arasına oturdu, sehpa ile kısa süreli bir bakışma yaşadıktan sonra kıpırdattı dudaklarını: “yaşamın, an denilen birimler tarafından birbirine montajlandığını düşünüyorum, hatta daha da ileri giderek tüm yaşamımızı kendi ellerimizle tasarladığımızı ve de kurguladığımızı düşünüyorum, yoo, yoo düşünmüyor, bunu biliyorum” dedi.
Jon yerinden doğruldu (bunu yaparken, elleriyle dizlerine yüklenmek suretiyle dizlerinden kuvvet aldı). “Büyük Cam”a doğru adımladı odayı (Duchamp’ı düşündüğüne, bir anlıkta olsa düşündüğüne emindim), “büyük cam”ın önünde durdu, yağmur sanki kentte sadece bu cama yağmaktaydı. Kendi kendine mırıldandı: “Doğal algı var mıdır? Algı bozulunca-?- bu doğal değil midir?..
Tüm bu zırvalar körler için olmalı diye düşündüm, imgeler kavramları körler için yaratır. Biz görenleriz, ötekiler…
Şimdi, 49’da Brooklyn’e gelişim tuhaf bir şekilde içimi acıtan bir anı olarak düşüyor aklıma, kuşağımın tüm çocuklarını düşünüyorum, Frisco’dan New York’a… Dünya unutmaması gereken şeyleri sanırım çoktan unuttu, ve ikinci kez sanırım ki, düşlerin kurumuşluğunu yeşertmek gibi beyhude bir çaba yerine arka bahçemize yeni tohumlar ekme vakti geçiyor bile.
Tren kalkmak üzereydi, kitaptan kaldırdığım gözlerim istasyonu süzdü…yağmur sicim denilen cinstendi, garın büfesine doğru sürdüm kendimi, büfedeki ihtiyarın plastik bir bardağa doldurduğu çayı avuçlarıma aldım, bir kedi köşedeki korunağın altında yağmura bakmaktaydı, kimselerin duyamayacağı kadar uzaktan yükselmişti bir çifte av tüfeğinin tok ve yankılanan sesi.