Dukka – Ortaköy/yigitdog@hotmail.com
Yalmzlaşan Bireyden Hastalıklı Topluma
Ulus dediğiniz nedir? Ne zamandan beri antropolojik özellikler bu derere sabit kategorilere ayrıldı? İnsanlığın tarihi dediğiniz şey, yapılar içinde devinim halinde olan egolar olmasın?
Şu açıktır ki; uluslar; reel sosyalizmin başarısızlığı sonrası kendi sermaye birikimini ve burjuva sınıfını geliştirme işine koyulmuş hakim egoların yaratılarıdır.
Karşı konulmaz olan şey, bu materyal dünyanın içinde evrimleşen bilinçli varlıkların var olmanın ilk nefesinden başlayarak arzu zincirine bağlanmalarıdır. Arzu zinciri bizi yaşama bağlayan şeydir. Nefes almaktan başlayarak yeme, içme, seks yapma ve diğer tüm ihtiyaçlar bizi materyal dünyanın egosal istek-arzu zincirine bağımlı kılar. İnsan-doğa ilişkisine bu düzlemden başlayarak bakmak bizim ufkumuzu açabilir.
Unutmayın ki bilinç dediğiniz şey de maddeye bağımlıdır. O da tüm bu değişim dünyasının bir kuludur. Durmadan değişir, gelişir, evrimleşir. Evrim dediğimiz; insanlığın yapı içerisindeki devinimleri sırasında, bilincin geri döndürmesi çok zor bir zincirleme reaksiyondur. İstek-arzu* zincirinde devinen bilinç birincil ihtiyaçların dışında başka şeylere istek duymaya başlar. İnsanlığın tarihi bu isteklerin değişim gösterdiği bir tarihtir. Fakar bilinçteki değişim daha fazla isteme ve isteme haline bağımlı olma durumudur. İnsar giderek daha fazla bir biçimde istemeye istek duyar.
Halk arasında “kafayı yeme” halinin, yani psikolojik hastalıkların, dereceleri bu zincirleme reaksiyonun başladığı andan (yani anne karnında annenin besinine ihtiyaç duyan bir organizma olma anından) isteme haline durdurulamaz bir biçimde bağımlı olma haline kadar uzanan bir skaladır. Bu skalanın ortalarında bir yerde günlük televizyon izleme, bira içme, araba kullanma, sinemaya gitme eylemlerimizde bilincin yüzeyde hiçbir sorunu yokmuş gibidir. Fakat bilinçaltı dediğimiz ikinci bilinçte inanılmaz bir faaliyet baş göstermektedir. İnsanlığın zaman zaman (yan isteklerini karşıladığı kısa zaman dilimlerinde) kendini mutlu hissedip mutlak huzuru yakalayamamasının asıl sebebi bilincin bu alışkanlığıdır.
Burada asıl dikkat edilmesi gereken uzun vadeli düşündüğümüzde praxis (bilinçli eylemlilik) bize ne getiriyor? Mutluluk mu yoksa her geçen gün içinden çıkılmaz hale gelen bir travma mı?
Bir şeyler eksik… hem kendi havamızı, suyumuzu ve yiyeceğimizi doğru seçemiyoruz hem de dışımızdaki yapının çeviriminden habersiziz. Oysa ki doğa her yerdedir. Dört element (su, hava, toprak ve ateş) daima birbirine dönüşüp durur. Herakleitos’un mükemmel tespitiyle “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” Doğa aynı zamanda içimizdedir. Vücudumuz içindeki ekolojiler her gün tekrardan kendini üretmeye ve birikimsel olarak devinmeye devam eder.
Soru şu; hem içimizde hem de dışımızdaki bu ekolojiler aynı denklemin parçaları mıdır? Yani bir matematiksel sistem evrenin her yerinde aynı şekilde işlemeye devam ediyor olabilir mi? Eğer öyleyse biz ne kadarını tanıyoruz onun?
Tüm entellektüel tartışmalar, tarihsel süreç içinde yaratılan kavramlar, bu denklemi anlamlandırmaya çalışan insanın çabasının örnekleri. Ama o denklemi görmek için ona dışarıdan bakıyormuşsunuz gibi onu yorumlayabilir misiniz? Hayır çünkü siz de onun bîr parçasısınız.
Öyleyse “içe bakış” gereklidir. Fakal bu nasıl olacak?
İnsan, bilinç ve beden ikilisinin bir birleşimi. Bedende olanlar bilinci ve bilinçte olanlar bedeni etkiler. Bu her saniye her salise devam eder. Bu ikisinin çalışma biçimi “içe bakış” yolu ile incelenebilir mi?
Gerçekliği tüm entellektüel ve soyut algılayış biçimlerinden arındırılmış bir şekilde incelediğinizde şunu açıkça göreceksiniz ki bilinç bir tek şey için var olur; tatmin.
Onu beslemek zorundasınız, o doyumsuzdur. O bir zaman sonra yaşanıyor olan şimdiki anı yadsır hale gelir. Daima başka bir “Keşke şimdi yaz olsaydı”, “keşke şimdi bir araban olsa” ya da “keşke matematik notum düşük olmasaydı” ya da “keşke devrim olsa” gibi şeyleri söyler dururuz. Durumun açık seçik tespitini yapıp onu değiştirmek için çaba göstermekten öte hep kaçarız, daima keşkelerin arkasına saklanmış ama bir türlü “doğru eyleme” geçemeyen travmatik vakalara dönüşürüz.
Evet, insanın doğru düşünme ve doğru eylemde bulunma yolunu açan “içe bakış” yöntemi nedir?
İç Huzurdan Toplumsal Praksise Tutarlı Bir Yolculuk
İlk önce vücudumuza doğre girdileri almak zorundayız:
1.Soluduğumuz hava
2.Yediğimizve çtığımız maddeler
3.Düşüncelerimiz
İnsan her gün 60 bin değişik şey düşünür ve bu düşüncelerin %90’ı bir önceki gün düşündüklerimizle aynıdır.** Beynimizi ne kadar iyi kullanıdığımızı düşünüyorsunuz?
Siz mi zihninizi yönetiyorsunuz yoksa o mu sizi yönetiyor?
Kuantum fiziği üzerine çalışan bilim adamları beynimiz içindeki nöronların düşündüğümüz şeylerle ve psikolojik durumlarımıza göre değişime uğradığını kanıtlamışlardır. Onlar zamanla birbirinden ayrılır ve birleşirler. Zihninin hakimi olmaya başlayan bir insanın beynindeki nöronlar birbirinden daha ayrıktır örneğin…***
Kendinden önceki kalıtımsal özellikleri almış bir zihin istemeye ve daha çok istemeye programlıdır. Bu kürede 300 yıl yaşayabilen bir karganın istediği şeyler sınırlıdır ve dünyanın sonu gelecek olsa oturup tasalanmayacaktır. Fakat insanlık hem olumlu hem de olumsuz anlamında isteyen bir varlıktır. İlk doğduğu andan itibaren kendi ekolojisindeki diğer hem cinslerinden de bu isteme halini gün ve gün öğrenmeye devam edecektir. 10.000 yıldır insanlığın sisteminde olan ve kodlarına işleyen mülkiyet ilişkilerinin bir yansımasıdır bu.
Örneğin şiddeti ele alalım. İnsanlığın katliam derecesinde hem cinslerini öldürebildiğini, yeni silahlar üretebildiğini, öldürmekten zevk alabildiğini, seri katil olabildiğini, atom bombası kullanabildiğini,- en nihayetinde çeşitli çıkarları için tüm birikimini savaş sanayisine yatırabildiğini söylediğimde bazıları çıkıp şiddetin sadece insanlığın bir eylemi olmadığını ve doğada şiddetin var olduğunu, hem cinslerini öldüren türlerin doğada mevcut olduğunu söyleyebiliyorlar.
Ben yine, çok basit bir şekilde, bunu insanın doyumsuz isteme alışkanlığıyla açıklayabildiğimi düşünüyorum. Daha fazla toprak için, daha fazla kaynak için, daha fazla para için, güzel evler, yatlar, uçaklar, fabrikalar için, daha fazla tahakküm, sömürü için, daha fazla yönetmek daha fazla insan üzerinde söz sahibi olabilmek için öldürebiliyor insanlık. İşin özü, diğer yaşam türleri birincil ihtiyaçlarının güdümünde bilinçsizce harekete geçerken bir bilinçli varlık olan insanlık değiştirme gücünü yani nesne üzerindeki hakimiyetini kullanarak tüm küreyi tahrip etmektedir.
İşin garip tarafı sanayi devrimiyle övünüyor modern olduğunu söylüyor. Fakat şu an yarattığı ekolojik tahribatla her geçen gün daha fazla öldürüyor kendini. Dünyanın değişik yerlerinde değişik yoksunluklar baş gösteriyor. Salgın hastalıklar, açlıklar, ırkçılık, dinsel ve cinsel ayrımcılık, tecavüz vs… “Homo Sapiens”lere bir gün çocuklarınız suyu bidonlardan içecek, istedikleri sularda yüzemeyecek. kendi yaptıkları savaş silahları, nükleer santraller yüzünden kalıtımsal hastalıklara, ölümlere sebep olacak, havaya saldığı emisyonlardan dolayı küresel ısınmaya ve dolayısıyla felaketlere sebep olacak desek ne düşünürlerdi acaba?
Zihinde engel olamadığımız arzu-istek zinciri ilk etapta kendi benliğimizi ve vücudumuzu ele geçiriyor ve bizi hasta ediyor, makro ölçekte de insan tüm küreye bir virüs gibi yayılıyor ve tüm ekolojileri durmaksızın tahrip ediyor. Vücumuzda evren gibidir. Henüz kullanmayı başaramasak da beynimiz bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilecek güçtedir. Fakat örneğin bir insan zihninin dengesini öyle kaybedebiliyor ki kendisini öldüreceğini bile bilesigara içiyor. Bir zamen sonra sigara onu içmeye başlıyor. İşte zihninin dengesini kaybetmiş bir insan örneği. Eğer bir yerde iradesini kullanıp zinciri tersine döndürmediği zaman ölüme adım adım gidebilecek bir insan türü…
Hatta daha paralel bir örnek; kanser hastalığı. Kanser virüsü de bir canlı organizma olarak sürekli vücut içinde büyür ve vücudun tamamına yayılır ve sonunda vücudu öldürür ve böylece kendisi de tamamen ölür. “Homo Ekonomikus” da sermaye birikim rejimiyle biyosferin tümüne yayılma eğilimiyle aynen bir virüs gibi hareket etmektedir.
Şimdi geldik diğer konumuza, solduğumuz hava ve yediğimiz yemekler. Evet, tarım konusundan bahsederken gıda güvenliğini vurgulamamın, küresel ısınmadan, suların kirlenmesinden, ormanların tahribinden bahsederken hep insanların ihtiyaçlarına vurgu yapmamın gerçek sebebi…
Biz Marx sayesinde emeğin ürettiği artı-değerin sömürülmesini anlama fırsatı bulduk ya dolaylı yoldan tüm birincil ihtiyaçlarımızın sömürülmesiyle ve yaşam alanımızın sömürülmesini ne yapacağız? Emeğimizden başka vereceğimiz bişey yok diyorduk ya onu sağlayacak girdilerimiz de elimizden gidiyorsa?
Size şu kadarını söyleyeyim; Küresel ısınma sorunu, bu kapitalist sistemin içinde çözülmeye çalışılacaksa yine yoksul insanları çok zor günler bekliyor demektir.
Fakat şunu hiçbir zaman gözden kaçırmamalıyız, onbin yıllık mülkiyet tarihi bizi buralara getirdi, köle toplumu, feodalite, merkantalizm ardından sanayi devrimi ve son kertede post-fordizm ve küreselleşmeci kapitalizm…Bilinçlerdeki arzu istek boyutuna saplanan travmalar ise Keynezyen refah devleti modelinin ve kaynakların hiç bitmeyecek gibi kullanıldığı fordist üretim sürecine denk geliyor. Şimdi ise ekolojik bir topluma geçmemiz gerekiyor, hem de acil olarak…Başka çaremiz yok ne yazık ki 30 yıllık bir süremiz kaldı. Çok üzgünüm ama şu an atmosferdeki karbondioksit seviyesi 381 ppm seviyesinde ve her sene 2 ppm arttığı düşünüldüğünde 440 ppm seviyesi ile eşik aşılmış olacak. Bu buzul dönemlerinde görülen 2 derecelik (celcius) bir sıcaklık aıtışı demek oluyor. Çok daha az zaman kalmış olabilir çünkü son yıl tahminlerin üzerinde 2,5 ppm lik bir artış oldu ve gelecek yıl kaç olacağının tahminini yapmak zor. Dolaylı karbon artışlarını yani geri beslemeleri de düşünmek gerekiyor. Buzulların içinde saklı karbonlar, buzların erimesiyle toprağın açığa çıkması-toprağın güneş ışınlarını emmesi dolayısıyla topraktaki tundradan ve diğer fosillerinden çıkan metan ve karbonlar, ormanların yok olmasıyla karbon yutaklarından mahrum kalmamız, okyanuslardaki ısınma ve buharlaşmayla oluşan su buharı ve daha birçokları…
Ekolojik ve Komünal Bir Toplum
Ekoloji diye anlandırdığımız şey doğanın doğal döngüsünden başka nedir ki?
Her gidişin bir dönüşünün olması gibi doğaya her etkinin bir tepkisi olması size anlamlı gelmiyorsa, o zaman para denilen sanal borsa pazarlarını yaratan şeyin hayatlarınızı nasıl kemirdiğini görememişsiniz demektir.