Cengiz Yılmaz / esraceengiz@hotmail. com
Yayvan tencerenin dibini ıslatacak kadar zeytinyağı ile salça kavrulurken soğanları kokularını salmaktaydı. Zeus Hera’yı düzmekte, hayvanlar birbirinden kaçmaktaydılar, gücü yeten yetene. Gücün ne olduğunu sormayan Tanrılar için Zeus güçlüydü, bir fare için kedi, bir kedi için dinozor ve hala dünyada pire için yorgan yakanlar vardı. Tersten, düzden ya da cüzden okusan da Rus’a da rulete de bulaşma. İki ya da daha çok insanın konuşmadan üzerine hemfikir oldukları konular vardır, anlaşılır. Yalnızca anlaşılır, söylediğinde ise ortadan kalkar. Tıpkı eğer üzerine düşünmezsen sonsuz sayıda ağzına doğru fırlatılan kuruyemişleri yakalayabileceğin gibi, doyana kadar. Her konudan konuşabiliriz kuruyemişler ağzınıza bir bir fırlatılırken sadece kuruyemişlerin fırlatıldığını konuşmadığımız müddetçe.
“Kariyer mi kasiyer mi?” diye soruyordum süpermarkette ki ucuzluktan aldığımız şaraplarla ilerlerken kasaya. Saat dokuza beş vardı ve şaraplara ucu ucuna yetişmiştik. Geleceğimi satmayı düşünmediğimden kredi kartı kullanmıyordum. Nakit parada yoktu üzerimizde. Yalnızca içine önceden para koyduğunda çalışan banka kartı vardı. 1 YTL 60 kuruşunu nakit ödedikten sonra kalan 10 YTL için kartı uzattım. Kasiyer denedi, bağlanamıyor. Kariyer hep düşüşte. Kasiyer yeniden denedi, bağlanamıyor. Kariyer hep düşüşte. Kasiyer tekrar denedi, bağlanmıyor. Kariyer hep düşüşte. Anlamsız anlamsız kasiyere baktık.
“Ne zaman kapatıyorsunuz?”
Sıradaki üç müşteriyi göstererek
“Bunlardan sonra. “ Durum iyice anlamsızlaştı. Torbaya doldurduğumuz şaraplarla bir süre kasiyere bakmaya devam ettik. Sıradaki müşteriler aldıklarını bırakıp kapıdan çıktılar, biri hariç.
Kafasında mor beresi, eldivenleri biraz genişçe kıyafetiyle ve süpermarkete bizim aldığımız ucuzluktaki şaraplardan almaya gelmiş kadın kartını uzatıp kasiyere:
“Burdan alın”
bize
“Ne de olsa bankaya gitmeyecek misiniz?” dedi.
Şaraplarımızla birlikte mutlu, süpermarketten çıktık. İster istemez yanımızdaki hakkında düşünmeye başlamıştık. Bankaya epey yol olduğundan konuşacaklarımı sıralamaya çalışıyordum, nutkum tutulmuş gibiydi. İlk sola dönüşe geldiğinde evini işaret etti. Tabi kafamızdaki gördüğümüzden daha önemli olduğu için doğru düzgün bakmadık. Derken sola dönüp uzaklaştı.
“Para” dedik.
“Evine getirelim” dedik.
Kadının aklına geçmişinden bir sahne gelmiş gibi bir yüz ifadesiyle adını söyledi ve
“Başka bir zaman hesaplaşırız” dedi.
Yolumuza devam ettik, şarabımızı açtık. Adını yeni öğrendiğimiz kadına içtik. Benzer yerlerde benzer sebeplerle bulunan farklı insanlara içtik.
Başka bir zaman ne zaman?
Kuruyemişten bahsetme o bizim konuşmadan anlaştığımız konu. Hera Zeus’u hep düzdü. Biz ise J. D. Salinger’in okumadığımız “nouvelles” “hikayeler” adlı kitabını karıştırıyorduk, sade saman kağıt kokusunu almak için ne yazık ki tadımız fotokopideydi, kendimizin bastığı ancak ve ancak fotokopi. Yazıyı yazan, yazıda yazıdan bahsederse tadı mı kalır o yazının? Hepsini kaldırın çöpe atın. Yazdığı her neyse ondan bahsediyorsa yazan yazdığı yazıda orda yaşadıklarını yaşamıyor demektir, -mış gibi yapandır o yazıyı yazan. Kuruyemişleri siksen tutamaz ağzıyla, kuruyemişi tuttuğundan bahsederken. Salinger denedi. Bahsetmedi. Hep ondan bahsettiler. ve bence ““mış gibi yapmaktansa yapmaya, yazmaya, yaşamaya çalışmış olmak yeğdir. Kuruyemişleri ağzında tutmaya çalışmak da bir çaba, bir stadyumdaki tek tek bütün oturaklara oturmaya çalışmak da bkz. Guinness Rekorlar Kitabı.
İşte biz J. D. Salinger’in kitabını karıştırırken bunları anlatıyordum, baktığım ama görmediğim evdeki adını yeni öğrendiğimiz kadına.
254 sayfalık kitabın başında ve sonunda olmayan bir sayfadan katlanmış bir kağıt çıktı.
1395 Hicri RECEP 9
Günün kısalması 2 dakika
1391 Rumi TEMMUZ 5
Yıl 1975, Ay 7, Gün 199 Hızır 74
18 Temmuz CUMA (Sıcakların artması)
O sabah güneş 4. 41′ de doğmuştu. Çimlerin üzerine çiğ düşmüştü. Sokaklarda ılık bir yel esiyordu. Büyük beton bloklar henüz bitmeye başlamamıştı. Süpermarketler de yoktu. Yalnız güneş ışığı ahşap bir evin penceresinden içeri süzülmekteydi. Süzülen ışık yatağın karşısındaki aynaya vurmaktaydı. O günlerde plastik ve cam henüz tahtanın yerini almadığından odadaki nesneler koyuydu, şeffaf değillerdi.
Genç kadın korkuyla uyandı. Çevresindeki nesneler doğduğundan beri çok değişmişti. Yalnızca çocukluğunda gördüğü ayna çerçevesi değişse de hep aynı kalmıştı. Oyuncakları gitmiş yerini makyaj malzemeleri almıştı. Tozlu kitaplar masanın üzerinde duruyordu. Uyandığı gibi aynanın karşısına geçmişti.
Gençliğini düşünüyordu, gençliğin ne olduğunu düşündürüyordu ayna.
Aynaya tekrar baktı bir anlık bakışta, yansımasını değil aynayı gördü.
“Bu aynaya daha önce bakanların yansımaları duruyor mudur acaba?” diye sordu kendine, ayna bu soruyu sordurdu genç kadına. Aynaya doğru, bir ayçiçeğinin güneşe yönelmesi gibi yöneldi. İçerisinde yansımaları aramaya koyuldu. İlk önce camı ayna haline getiren ustanın yansımasının olduğunu gördü. Sonra sırasıyla aynayı satan esnafın, dükkâna gelip aynayı almak isteyenlerin, aynayı alan akrabasının, eve gelen misafirlerin, annesinin babasının kardeşlerinin”
“Acaba bu yansımalarla konuşabilir miyim?” diye sordu genç kadın, aynı bu soru sordurdu kendine.
Babasını gördü ilk.
“Bugünkü gençliğin ilerisi ne olacak” diye kuşkulanıp, üzülüyordu.
Sesini bu kadar net duymasından dolayı ürktü. Ne yapacağını bilemedi. Odanın içinde dolanıp durdu. Perdeyi açtı içeriye yeni doğan güneşin ışığının girmesine izin verdi. Zihnini bir türlü kurtaramıyordu babasının sesini duymaktan. Masada duran kitaplara doğru yöneldi. Kitaplardan birisinin içinde bir kağıda yazılmış bir kağıt buldu. Kağıtta, ” Bugünkü gençliğin ilerisi ne olacak, diye kuşkulanıp üzülüyorsanız, ben size söyleyeyim; gelecekte onlar, “˜Bugünkü, gençliğin hali ne olacak?’ diye düşünüp üzülecekler. Roger Allen ” yazıyordu. Korkuyla karışık bir rahatlık sarmıştı çevresini.
Aynaya o kadar uzun bakmıştı ki, güneşin tam dik olarak yerküreye vurduğu 12. 20’de kapının çaldığı duyarak merdivenlerden aşağıya koştu. Mahallenin kopillerinden biri elinde bir pusulayla gelmişti. Pusulayı heyecanla açıp, kopile bir şeker uzattı.
Pusula da:
“Merdivenim kırk ayak,
Kırkına vurdum dayak,
Yâr kapıya gelirken
Ne el tutar, ne ayak. “ yazıyordu.
Okuduktan sonra içini bir heyecan kaplamıştı, pusulayı göğsünde tuttuktan sonra. Mutfaktan gelen yemek kokularını duydu, aceleyle mutfağa yöneldi. Günün yemeği balık, çalı fasulyesi ve salataydı. Çalı fasulyesini yapmak genç kadına düşmüştü. Ailecek yere oturdular kasnağın üstüne sini kondu. Konuşmadan yemeğe başladılar. Genç kadın yemeği yedikçe aynayı düşünüyordu, eğer kendiside yaşlandığında gençliğin ilerisi ne olacak diye düşünecekse yani düşünceler ne kadar süre geçerse geçsin kendilerini tekrar edeceklerse baktığı bir ayna dışında, tarih boyunca süregelmiş bütün aynaların bir araya geldiği bir ayna var mıdır diye düşünüyordu, bu arada radyo da Pierre Benoit’nın olduğu söylenen bir metin okunuyordu. “Yakıcı güneş altında kararmış sanılan siyah vücutlu Afrika kadınları, çoğunlukla neşeli olurlar. O kadar ki, onların bu taşkın neşesini uygar insanlar bile pek çabuk benimserler. Bugün en yüksek salonlarda zencilerin neşesi çeşitli danslarla canlandırılmıyor mu?” Kendisini Afrikalı bir kadın olarak düşünüyordu. Afrikalı bir kadının aynaya nasıl baktığını düşünüyordu. Dünyadaki tüm insanların yalnızca bir aynaya baktıkları düşüncesi aklına sığmıyordu. Bu arada yemek yenmiş sofrayı toplamakta genç kadına düşmüştü. Radyo’da bu sefer Nakiye Hanım’a ait bir şiir okunuyordu:
“Sandım (IV)
Sinemi hecri dağlar,
Gözüm ırmaktır çağlar,
Nakiye’nin halini,
Gören kafirler ağlar. “
Merdivenlerden yukarı çıktı. Odasına girdi. Masada kitaplara baktıktan sonra yeniden bir tutkuyla aynanın karşısına geçti. Aynaya bakarken bunun sadece bir ustanın elinden çıkmış bir ayna olmadığını, başka aynalarla bir bağının olduğunu düşünmeye başladı. Tüm insanların tarih boyunca baktığı yalnızca bir aynaydı. Sonra baktığı aynada ne gördüğünü, ne görmek istediğini düşündükçe pusulayı yazan genci düşünmeye başlamıştı ve istemeden de olsa babası aklına geliyordu. Yalnız pusulayı yazan gencin gözlükleri ve şapkası vardı. Şapkası güzeldi ama gözlükleri aynada yansıyordu gözleri gözükmüyordu. Genç kadın eski bir Çin adetine göre misafir şapkasını başında tutması, gözlüklerini ise çıkarması gerektiğini bilmiyor aynadaki bu misafirin gözlerini görememeye katlanamıyordu. Aynayı aldığı gibi merdivenlerden aşağıya koştu. Kapıyı çekip koşmaya başladı. Radyo’dan evden çıkarken “desteklemesini istedi. Çünkü İngiltere’nin kendisine yeteri kadar silah ve malzeme yardımında bulunamayacağına inanıyordu” cümlesini duydu.
Elinde aynayla bahçeden çıktı mahalledeki bir araziye geldi. Saat 16. 18’di mahalleden bir akordeoncu geçiyordu İlhan İrem’in Haydi Sil Gözleri parçasını çalarak. Gölgeler her günden güzeldi.
Toprağı kazmaya başladı. Aynayı gömdüğünde aynadaki yansımaların biriktiği yerdeki çirkinliği de yok edeceğini düşünüyordu. Güneş sırtından vuruyordu aynayı gömerken gölgesini gördü.
“Gölgeye mi bakmak aynaya mı bakmak daha ahlaksızca ?” diye sordu, sordurdu kendine.
Bütün mahalle genç kadını izliyordu. Bütün dünya genç kadını duyuyordu. Bütün tarih onun ellerindeydi.
Akerdeon “Olur ki günün birinde”” parçasını bütün dünyaya dinletirken.
Başka bir zamanda elinde Nagan marka bir silah şakağa dayanmıştı, parmak tetiğe basmak üzereydi.
“Rus’a da rulete de bulaşma!” dedi biri öbürüne olası bir günün ölüm peşinde.
Genç kadın süpermarketin rafından ucuzluktaki şarabı aldı. Önünde Zeus ve Hera hesabı ödeyemiyordu.
Olgun İnsan Odur ki”
Bir şeyi elde etmek isterseniz, çırpınırsınız, bir de bakarsınız ki, en sevdiğiniz insanlardan biri de onu istiyor. Siz alırsanız ona bir şey kalmayacak, siz sevi- (devamı yarın)